22 Ocak 2011 Cumartesi

Sonbahar

Evet, yaptım.
Mükemmel bir geceydi. Yağmur bulutları berrak su damlaları yerine kıpkırmızı kan taşıdıklarını düşündürecek bir renge boyanmışlardı.
Ölü ağaç dallarının kederli ahengine kapıldım umutsuzca. Denizin kabarık dalgalarında kaybettim kendimi. O şarkı... Ah şarkı! Anlatamam; kelimeler çok, ama çok çirkin, çok kusurlu.
Kulaklarımda yankılanan şeyin güzelliğinden öylesine yoksundum ki. Karanlığın asaletinden uzak, hüznünün tam ortasında, gizlediklerinden habersiz aldım elime onu. Tiksintiyle baktım gözlerine. Özgürlüğün gözleriydi onlar! O muhteşem gözler, evet evet uçabilenler! Kaçabilenler!... Jezabel. Buraya ait olmak zorunda değildi o kül rengi tüyler, istediği yerde yankılanabilirdi o ses... Benimkinin aksine.
Ben yaptım -evet yaptım! Tuttum, sıkıştırdım ellerimin arasında. Sırf beni anlasın diye!
Yaptım! Her şeyi yaşamadan ölmesin diye! Mecburiyeti de yaşasın diye...!
Ona acınası çığlıklar attırdığımı sanırken kendimi aynı çığlıklara boğdum.
Ve evet, yaptım, ben yaptım BEN! Kanatlarını kopardım aldım elinden! Jezabel!..
Gece mavisine boyalı tırnaklarımla yırttım derisini. Tüylerinin yumuşacık dokunuşu hâlâ ellerimde...
Jezabel! Sevdim seni!.. Gel, yine şarkını söyle;
Bu sefer bana söylemeye mecbur kalarak...
Hadi, tutsaklığı söyle bu gece!
Jezabel... Öldürdüm seni, değil mi? Tüm güzelliğini elinden alıp, seni kilitleyip daracık bir kafese....

Evet, yaptım.
Sırf seni sevdim diye! Sırf kötülüklerimle kirlettiğim özgürlüğüne bakmaya tahammülüm kalmadı diye! Sırf huzuru bulayım diye, Jezabel! Mutlu olayım diye... Bir gece de ben rahat uyuyayım.
Söyle kusursuz şarkını, sen durma söyle.
Kan bulaştı biraz yüzüme, yıkarım hemen. Buradayım, dinliyorum merak etme...

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çellist

Müzik sesinin geldiği yere doğru yürüdü. Oradaydı adam, koca salondaki tek kişi oydu; en azından kendisi öyle sanıyordu.
Öylesine kendinden emin kavramıştı ki çelloyu... İnsanların yanında böyle değildi oysa. Gülümseyen maskesini takar, duygusuz ellerle notalara dokunurdu. O eller... Ne kadar da zariflerdi o adamın gözlerinin ışığı altında. Neden ama? Neden gözlerindeki parıltıyı saklıyordu bile bile?
Çocuğun kalemi bembeyaz kağıdın üzerinde yumuşakça geziniyordu. Adamın üzerindeki her bir ayrıntıyı yakalamak için bir saniye bile gözünü kırpmadan onu izliyordu. Gözünü üzerinden alması istese bile imkansızdı ya... Bir çellistin bedeninden kopup giden notalarla kavga edişinden daha ihtişamlı gözükemezdi en büyük savaşlar bile.
Çizdiği suratta hata aradı gözleri. Adamın kağıttaki saçları üflese dağılacak gibiydi. Güneşin parıltısı gözlerinin altındaki o gölgeleri aydınlatacak, dokunsa buz gibi teninden acısını hissedecekti sanki.
Şimdi, bu kağıtta çok farklı görünüyordu adam. Tıpkı salonda tek başınayken olduğu gibi... Elindeki her şeyi dışarı fırlatıyordu öfkeyle. Gerçek gözleriyle bakıyordu dünyaya. "Yaşlı" gözlerle...

...(Yaşlı dediysek...)
Gözlerinden akan yaşlara hakim olamayacağının farkındaydı. Bu yüzden sevmiyordu başka insanların yanında çalmayı. Köşede saklanan çocuk... Neden buradaydı hâlâ; daha ne istiyordu ki bir adamın ağladığını görmekten başka?
Ne fark eder, dedi, çalmaya devam etti...

...(Yaşlı dediysek...)
Ben bile yoruldum, diye haykırıyordu çello adeta; sen daha yorulmadın mı adam? Yorulmuştu elbette... Kabullen(e)miyordu sadece.
Tüm pişmanlıklarını biriktirdiği kumbara kırılmış, içindeki her şey bedenine saçılmıştı birden. Çok kez geri dönmek istemişti hayatında, çok kez hata yapmıştı. Ama hata yapa yapa başarmaz mıydı insan? Keşke diye diye kazanmayı öğrenmez miydi? Hayatın kendisi, tökezlemelerde, mükemmelliyetsizlikte gizli değil miydi ya? Evet evet, hayatın tam içindeydi adam. Her saniyesini doya doya yaşamıştı şimdiye kadar. Biraz yaşlandırmıştı bu onu; bakışları silikleşmişti biraz, saçları bembeyaz örümcek ağlarına mağlup olmuştu. Tüm bunlara rağmen acısının bu kadar genç oluşuna şaştı...
Aklını düşünmeye zorlamayı bıraktı. Bir soruyu buruşturup köşeye attı yine... Belli belirsiz bir tebessümle çalmaya devam etti.

7 Ocak 2011 Cuma

Hayalperest

Git artık be adam! Git başımdan!

Üstünde eski püskü siyah palton,etrafı süzüyorsun bölük pörçük gülümsemenle.
Sıcacık, çatallı sesin buz gibi havayı kırıp geçiyor.
İnadına mı yapıyorsun sen, ha?
İnadına mı yapıyorsun kaçamayayım, gidemeyeyim diye?
Seni de kovamayayım...?
Bırak beni, çöz ellerimi adam!..
Gençlik rüzgarlarımı da kaçırırsam, neyle yelken açacağım yarınlara?

Nedir o gözlerindeki?
Ne oldu, yağmurlu muydu oralar?
Cevap ver be adam, cevap ver bana!
Nedir o ıslak, minik taneler?
Hadi gitmiyorsun, anladım, yeter gözümün içine baktığın!
Susma bari, bir ses et, vur kulaklarımdaki yalnızlığı!
Çek tetiği artık adam! Yolun sonu burası.
Vur da bitsin! Burada bitsin...

Evin nerelerdedir senin? Yoksa kapı kapı gezenlerden misin?
Umursadığımdan değil ya, git başka kapıya!
Sadece merak benimki... Nedir seni kendi evine yabancı yapan?
Ne yaparsın masallardaki gibi dost kapıları yatak, huzur da yorgan olmayınca?

Yüzünde ne var öyle? Ne bu halin!
Umut mu o gözlerindeki yalancı ışık? Sahte bir teselli mi unutkanlık? Ya aynalara bakmamazlık?
Nesin sen, ne?...
Üstüne bir bez parçası örtmeyi bile çok gören hayat, eline bir de bardak mı verecek dolu tarafını boş tarafını seçme hakkın olsun diye!..
Arama boşuna. Bulamazsın zamanla çöken o çirkinliğin iyi yanını.
İçmişsin bir de seni ısıtacakmış, işe yarayacakmış gibi!
Düpedüz hayalperestsin sen be adam! Gördüğüm en kötü hayalperestsin!