26 Eylül 2010 Pazar

Boya


Sabahları, güneşin ilk ışıkları altında yalnızca siyah beyazdır şehir... Binlerce soğuk nefes, soğuk beden yürür duygusuz caddelerde. Söylenmeyen harfler anlamsızca gezinir ölü tenlerde... Bir şey ararcasına. Beklenti dolu, parlak bakışlar iliştirilmiştir bu donuk tabloya. 
Hızla gelip geçen hevesler gibi koşar adımlarla ilerleyen insanların arasında gizlenmiştir "cevabı olanlar." 
Duranlar... Onları arar parlak bakışlar, harfler, sıcacık dokunuşlar... Aynalara bakmış olmak için değil, görmek için bakanlar.
Alevleri kızıla boyayanlardır onlar. Onaylamaz bakışlar altında çırılçıplak soyunmuş, haykıranlardır "Neden?" diye soranlar... Ama görülmezler, duyulmazlar. Duyulsalar da unutulurlar bile bile. 
Gerçeklerin yüzlerine attığı çizikleri bile yok edebilirler hayalleriyle...
Özgür olanlardır "cevapları olanlar".
Kimse umursamazken dökülen yaprakları, birileri sarıya boyar onları. 
Elinde bir kalemi olanlar...
Herkes bir hikayeyi yaşarken, yenilerini yazanlardır onlar.
Cevapları olanlar...
En günahkarlar... En isyankarlar.
Soruları olanlardır "cevapları olanlar".
 

24 Eylül 2010 Cuma

Başlangıçta...

...Bir belirsizlikle başlar her şey... Sonsuz bir gölge gibi seni yutar birbirinden farksız sabahlar... Kimse umut dolu sözlerle arkanda duramıyordur o an, tamamen yalnızsındır başı, sonu olmayan bir yolda. Tek yapabileceğin şey, kanatlarını bulana kadar yürümektir... Ya da kendin çizersin yolunu. Kendin yazarsın eski harflerin üstüne, kendi kanatlarınla yarışırsın kuşlarla. Kitaplarını yakarsın çaresizlikten... Kırmızıyı görmek için... Ateşi görmek için feda edersin yarınlarını.  Öyle bir gün gelir ki, tüm sözlerini bozarsın bir saniye için.  "Bu günü" anlarsın koskoca hayattan... Sonra saniyeler küçülür kulağında, yıllar, günlere dönüşür adeta... Ve biter. Hepsi, her şey... Belirsizlikle başladığı gibi, belirsizlikte kaybolur gider tüm elde ettiklerin... Siyah beyaz fotoğraflarda çırpınır yemyeşil gözlerin, dokunamazsın, tutamazsın elinden... Kim bilir, birisi gelir, adını anar bomboş odada, belki yarınlara yankılanır tüm harflerin...

16 Eylül 2010 Perşembe

Son Defa

Yine evde boş boş yürüyorum. Amaç yok, hiç olmadı...
Gökyüzü gri. Mutfaktayım, yerde bir kağıt parçası...
"Pazartesi, amaçsız yürüyüşüm dışarıda olacak"
Okunaksız bir el yazısı, yine bir vaat. Hâlâ sıkılmadın mı?
Ah Sarah...
Sen hiç aynaya gerçekten baktın mı?..
Peki ya denizlere
Görmedin mi her şeye savaş açmış dalgaları?
İlk günkü gibi, bir çocuğun umuduyla salmışsın saçlarını
Rüzgara...
Gülümsüyor gözlerin pes etmeden
Yaşla dolmuş olsalar da...
Ah Sarah...
Hiç tam olarak ağlayamadın mı?
Güneş batarken turuncuya dönen bulutları günün yorgunluğuyla izlemeden
Gündüzü gördüğünü mü sandın?
Daha hiç yaşamadan
Ölebileceğine inandın mı?


"Son defa"ların verdiği haz... Belki de hayatımın tek mutlu anı...

14 Eylül 2010 Salı

Fırtınadan Sonra

Yıldızlara bak... Ve şimdi onları unut.
Çünkü göreceksin, duyacaksın, hissedeceksin... Sonra da öleceksin.
Ama neden?
Kimse sana "dur!" demeyecek. Yürüyüp yürüyüp düşeceksin.... Kimse adını ikinci kez söylemeyecek.
Rüzgarı tut ellerinde, ve sonra bak... Bomboşlar. Avuçların... Hiç.
Umut edeceksin, ama hiç bir mucize olmayacak.
Belki de bu son defa olacak.
Belki de sen göremeyeceksin bile.
Bomboşlar... Avuçların... Hiç. En ufak bir adalet kırıntısı yok...
Tüm dünya senden nefret etseydi?
Dünyayı reddederdim.
Reddettim.
Ve belki...
Onlar da seni reddedecek. Hayat, pembe çiçeklerin açtığı bir bahçe değil.
Hiç olmadı.
Bana gökkuşağını gördüğünden bahsetme...
Hayır, hayır... Bana sakın gelip de o ölüm fırtınasından sonra basit bir gökkuşağından bahsetme.
Binlerce ruhu katleden o yangından sonra etrafa saçılan zarif ateş böcekleri gibi dağılacak renkleri anlatma, duymak istemiyorum bu hikayeyi!
Bana görünmez bir mutluluğu anlatma gözümün önünde yaşanan acıdan sonra.
Yalnızca cevap ver bana.
Neden?.. Nerde adalet?




Fısıltı

Camımı esir almış buğu gözlerimi sarıp sarmalıyor yavaşça... Şemsiyesi olmayan adam yok oluyor pek bir renksiz dünyamdan. Mutfaktan hiç ses gelmiyor... Hiç.
Eski dost sonbahar çat kapı giriyor odama, ruhuma işliyor... Yağmurları içime akıyor. Herkesin unutmak istediği damlalar onlar... Yerler ıslak, kimse adım atmıyor. Kimsenin ayağı minik minik dalgalara dönüşmüyor...
Mutfak boş belki... Belki de gitti. Kalkıp bakmaya bile halim yokken gerçekten umurumda mı sanıyorsun?
Sen hep durup izlemeyi sevdin zaten...
Cılız rüzgarın bile önünde duramıyor hiçbir şeyim... Uçuşup duruyorlar saçlarım gibi, bana aitler, ama benden bağımsızlar.
Çok kere dinlenen sıkıcı bir melodi gibi dolduruyor kulağımı gök gürültüleri.
Kimse yok... Kimse onları izlemiyor benden başka.
Ve en kulak tırmalayanı da tek bir nefes... Yalnızca bir...


10 Eylül 2010 Cuma

Stockholm

"Uçacağız" diye söz vermişti yabancı. Daha ben her kuşun düşmeye mahkum olduğunu bile bilmiyordum... 
Acı, karanlığı yarıp daracık odanın duvarlarında gezinirken daha ilk göz yaşım soğuk zeminde kurumamıştı. Bunların hiçbiri adil değildi. Böyle olmaması gerekiyordu... Ben olmamalıydım.
"Hayatta yalnızca iki şey gerçekten vardır." demişti ve ne olduklarını söylemeden beni terk etmişti. Ona göre gerçekten var olan her şey bir gün gerçekten yok olurdu. 
Tüm yaşadıklarımı, geçirdiğim her saniyeyi ikiye ayırabilirdim; olması gerekenler, ve olanlar. Kurallar ve yapılanlar... Hayatım gerçekten bunlardan ibaretti. Ölürken gözümün önünden geçecek film şeridini görmek istemiyordum.  Her şeyin çabuk ve acısız olmasını istiyordum...
Onu gördüğüm son andı. Her yer bembeyazdı ve simsiyah giyinmiştik. Arkamızda ayak izlerimiz zamana meydan okuyordu. Ayrılık acıtıyordu. Ben daha da fazla acı istiyordum. Alışkanlıktı bu, hiç tanıyamayacağım bir yabancıdan edindiğim bir alışkanlık... Hep düşerdi o, düştüğünde çok canı  acırdı. "Düştüğünde canın ne kadar acıyorsa, o kadar yüksekte uçuyorsun demektir..." Son sözleriydi o yabancının en sevdiğim şeyi.
Bazen, daha fazla canınızın acıyamayacağını hissediyorsunuz... Ve bir anda her şey anlamını yitiriyor. Hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Sanki kanatlarınız var, ama uçacak yer yok gibi...
O zaman anlamıştım neden sürekli daha çok mutlu olmak istediğimi... 
Mutluluk bir hiçti, koca bir hiç. Kimseye yetmeyecekti. Gerçek değildi o....
Ölüm acıtıyordu, çünkü hayat çok güzeldi.
"Hayatın için... Bir söz ver bana."
Bana çok eskiden kalma tozlu bir soru sordu. Onun başlangıcıydı bu soru, acının mükemmelliğini anlamasını sağlayan şeydi. Onu buralara o getirmişti. Ve beni de bambaşka bir yere götürecekti. 
"Ben... Uçacağım..."

8 Eylül 2010 Çarşamba

Üç Dakika

Bir şarkının hayatınızı değiştirmesini bekleyebilirsiniz.
Ya da bir şarkıda hayatınızı değiştirebilirsiniz. 

Yüzümü yağmura dönüp ileriyi izlemeye başladım. 
"Kimi bekliyorsun?"
Deliliğimin kanıtı olan yanımdaki adama verebileceğim hiçbir cevap yoktu. Ne diyebilirdim ki? 
"Sana diyorum!"
Gözlerine keskin ve ısrarcı bir bakış takmıştı. Bu beni rahatsız ediyordu, ona bir cevap vermeliydim... Ama çok saçmaydı. Eğer o gerçekten de benim hayalimse...
"Cevabı biliyor olmalıyım değil mi? Evet biliyorum. Ama sen söyle istiyorum. Acı çekmeni istiyorum."
"Sen bensin! Neden acı çekmek isteyesin ki?"
"Çünkü ben doğmadım, yaşamıyorum, ölmeyeceğim. Hiçbir şey hissetmiyorum. Ama sen hissediyorsun!"
"Hiç!! Hiç kimseyi beklemiyorum tamam mı!?"
"Güzel..."
Huzurlu olması gereken koyu sessizlik sonunda geri dönmüştü. 
"Ta ki bir şarkının çaldığını fark edene kadar..."
Telefonum çalıyordu. En sevdiğim şarkının ilk kelimelerini duymak beni biraz da olsa rahatlatmıştı. Yine de yanımdaki adamın gerçek bile olmayan merakı binlerce iğne gibi her yerime batıyordu. Kimin aradığına bakmayacaktım...
"Bana inat, değil mi?"
Cevap vermeyecektim...
"Seni parmağımda oynatabiliyorum, görüyorsun işte!"
Sinirlenmeyecektim....
"Kimin aradığına bakmayacaksın çünkü bakmanı BEN istemiyorum! BEN! Gerçek bile olmayan biri!"
"Lanet olsun kapa çeneni!!"
Bu koşullar altında sakin olmaktan söz edilemezdi. Yanımdaki herifi zayıf noktasından vurup yok etmeliydim. Ama o bendi, ya da ben o... Plan bile yapamazdım.
"Şarkı çalmaya devam ediyor...La la la..."
"İstiyorsan telefonu senin eline tutuşturayım ve kimin aradığına sen bak..."
...
O hiçbir şey yapamazdı. Zayıf noktası buydu. Onun bir bedeni bile yoktu.
"Bakabilir misin? Bakamazsın. Zavallının tekisin! Bana muhtaçsın! Seni hayal etmem gerekiyor, yoksa öleceksin!"
"Peki ya hayallerini kontrol edemezsen?"
Kendi kendime cevap vermeyecektim. Kesinlikle ama kesinlikle vermeyecektim... Bu sefer olmazdı...
"Şarkı devam ediyor... La la la..."
Telefonum kararlı bir şekilde çalmaya devam ediyordu. En sevdiğim şarkı bile beni rahatlatamıyordu şimdi. Kendime bir yumruk atsam yanımdaki adamın da canı yanar mıydı diye merak etmekten kendimi alamıyordum. 
Kimin aradığına bakabilirdim... Sonra telefonu açıp delirdiğimi söyleyebilirdim, yanımdaki heriften bahsedebilirdim ve büyük ihtimalle beni bir hastaneye yatırırlardı.
Ya da kim olduğuna bakmadan telefonu kırıp ilerideki boşluğa doğru yürüyebilirdim. Nasılsa yol bir yerlere götürürdü... Yollar hiç ihanet etmezdi. 
Telefon hâlâ çalıyordu, şarkının sonuna gelmek üzereydi. Hava yağmurluydu. Yanımda gerçekte olmayan bir adam vardı ve uzaktan insan sesleri geliyordu. 
"Gözlerini aç."
"Ne?.."
Manzara harikaydı. Yağmur azalmıştı ve uzaklarda bir yerde bir gökkuşağı belirmişti. 
"Yaşamıyorum galiba... Ama yaşadığımı hissediyorum."
Bu adam ilk kez mantıklı konuşuyordu. Gökkuşağı... Gerçekten de mükemmel hayatımın sonu gelmiş olabilirdi. Ama oraya baktıkça yaşadığımı hissediyordum.
Buraya doğru koşan kızları gördüm. Bir zamanlar arkadaşım olan şeytanları gördüm... Yalanın bedenini gördüm ben. 
Söyledikleri şarkının hayatlarını değiştirmesini bekliyorlardı...
Evet, bunu ben de yapabilirdim. 
Ama ben bir şarkıda hayatımı değiştirmeyi seçtim. Ve gökkuşağının başlangıcını bulmak için ilk adımı attım. Yanımda kimse yoktu. Yapayalnızdım...
Ve telefonun çalması durmadan önce şarkının son sözleri duyuldu... Hiç anlayamadığım sözler... 

Üç dakikalık kısa bir şarkı... Üç dakikada delirdim, üç dakikada öldüm... Ama en önemlisi... ben üç dakikada yaşadığımı hissettim. 

5 Eylül 2010 Pazar

Yarım kalmış...

Sisli bir gürültü duyuluyor.
Camlar bile artık kırılmak için yalvarırken ben ayaktayım. En öndeyim, ya da belki en arkada...  Kimin umurunda, tüm ışıklar için bir "son"um. Ne haddime ki bunlar; haykırırken bile ses çıkarmaktan korkan bir çocuğum. 
Hepsi basit bir göz kaleminin suçu anne. Ben bir şey yapmadım...
Sabah okula gitmemek için hasta numarası yapan o tatlı prensim hâlâ. Adını bile bilmediğim bir günden kalma kar taneleri tekrar tekrar uçuşuyor içimde... Bıraksalar yine gider, yine kardanadam yaparım öleceğimi bile bile. 
Ben on yedi yaşındaydım üçüncü ölümümde... Diğerlerini hatırlamıyorum bile. 
Bağırışlar sıcacık yankılanıyor içimde dün gibi. 
"Senin derdin ne Ryan? İlaçlarını içmedin mi? Yoksa erkekarkadaşın falan mı öldü?"
İlaçlarımı içmiştim o gün. Hep içerdim... Ve bazen de olması gerektiğinden biraz fazla. 
Ölümüm bile yarım yamalak oldu anne... Ama benim suçum değil. Gerçekten.
Yarım kalmış bir bedenle ölümü izlemek, o bedenle ölmekten çok daha ağır gelmişti o gün. O gün her şey farklıydı... Beni o gün kendi nefesimle boğmuşlardı.
"Kimin umurunda ki Joe... Aptal bir göz kalemi."
Basittir bazen gerçekler... Kulaklıksız dinleyemem müziği hâlâ. Dedim ya, korkarım sesli haykırmaya... Yarım kalmış öykülerin ağırlığı gibi yüklenir omuzlarınıza dünya, yarım kalmış bedenler olarak. 
Ve o gün beni suçladınız.
Ne bekliyordum ki? Çok basittir gerçekler...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Başka Bir Hikaye

Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Karanlıklara sarınmıştı. Utanç vardı yüzünde... Aldırmadım, çekip aldım örtüsünü üstünden. Can çekişen bir hayvan gibi inlemesi odanın her köşesini doldurdu. Duymadım... Görmedim... Attım onu aşağılara. Saatlerce düştü... Sabredemedim.
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Hayalleri vardı. Çok sıradandı... Çok romantikti. Öldürmesi çok zevkliydi... Elleri bağlıyken çığlık atıyordu. Ağlıyordu, yalvarıyordu yapmamam için... Yaptım. Hiç söylemezlerdi ama sonradan hep minnettar olurlardı bana... Biliyordum.
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Hamileydi. Hayatını kurtardım o acemi ruhun, onu acıların arasından sıyırıp aldım...
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Geceleri uyumayıp, kabusları gündüze saklıyordu o... Perdelerden ışık girince daha az korkuyordu. Ama sadist kız kardeşi perdelerini açmamıştı... Onu yatağa bağlamıştı. İlk başta anlam verememişti o zavallı kadın olanlara, ama sonra tatmıştı kardeşinin kıskançlığını. O keskin kıskançlıktan bile kurtulduktan sonra da küçük, mavi gözlü bir çocuğa yenilmişti.
Ben bir kadın öldürüyorum her gece. Her gece yeniden ve yeniden... Her seferinde başka bir hikayeyle.
Söylemiyorlar ama biliyorum ben... Minnettarlar bana.

2 Eylül 2010 Perşembe

Şarap

Oda ilk kez soğuktu. Yatak ilk kez bu kadar kocaman... Herşey ilk kez bu kadar karanlıktı gözümde. Çünkü daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben...
Hiç tüm yorganın bana ait olduğunu hissetmemiştim. Odadaki her nefes benimdi... Her bakış, her kalp atışı... Her korku. Minicik bir kafeste kendi kuklalarımla delirmemek için savaşıyordum. Sen yoktun, yine de sarı hırkamı giymiştim seversin diye... Yine de mavi yatak örtüsü vardı yatağın üstünde... Çünkü başka bir şeyim yoktu benim.  Yalnızca senin sevdiklerin...
Daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben...
Her gece, her rüyada, her kabusta... Hep seninleydi müzikler, danslar... Hiçbir şey hissedememekten korktuğumda yatıştırırdın beni, yine duvarları karalardık öfkeyle, tutkuyla, elimizde ne varsa...
Daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben... Hiç gerçekten boşlukta olmamıştım.
Her gece, her rüyada, her kabusta, her saniye, her yeni çizgide... Bir şeyler eksikti zaten başından beri. Fark etmemiştim. İçim sıcacık olduğunda, her taraf kıpkırmızıyken, uykuya dalarken... Çünkü daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben... Hiç.

Mükemmel Bir Oyun

Evinizle bir hapishanenin tek farkı, evdeyken istediğiniz an dışarı çıkabilecek olmanızdır... Ama hiç çıkmazsınız.


Uyanın artık.

Her insan koşmak ister. Kaçmak, yağmura rağmen koşmak... İşte bu yüzden dört duvar arasına tıkılı herkes yağmurlu havalarda hüzünlenir.

Suçu şarkılara atmayalım... Asıl katil biziz.

Mutlu musunuz? Şimdi, tam şu an. Bilgisayarın başında, sıcacık ve tanıdık evinizde... Odanızın unutulmuş köşelerinde bekleyen düşmanlardan habersiz...

Tabi ki mutluyuz... Bundan daha mükemmel bir hayat olabilir miydi ki?..