31 Mayıs 2010 Pazartesi

Seni düşürüveriyorum sert zemine... Kırılıyorsun hemen. Topluyorum seni, yeniden birleştirmeye çalışıyorum ama eksik bir parçan...

 Üç sabırsız bekleyiş... Yatağımda rahatsızca kıpırdanıyorum. Her taraf beyaz, beni en çok sıkan renk... Duygusuz bir çift göz bana dönüyor.
"Seninle yalnız konuşacağım."
Mavi gölge odadan ayrılıp beni kaskatı maskeyle yalnız bırakıyor. Sessizlik... Ve ardından "beni tanımıyorsun"la başlayan bir konuşma...

Çaresizlik... Korku... İsyan!..


"Mavi gölgenin ölümü..." diyor tüyler ürperten bir rüzgar gibi.
"Hayır."

Yalnızca sevgi... Yorgunluk...

Olmuyor Bazen

Sisli, karanlık bir oda... Sen yine binbir parça; ben yine sisin içine karışmış, yok olmuşum. Birileri fısıldıyor adımızı, umurumuzda değil. Yorgunuz, çünkü kimse anlamıyor. Anlamıyorlar asıl yalancının hayatın ta kendisi olduğunu... Yasak çizgilerin ötesine kendi isteğinle gitmediğini... Kimse anlamıyor, tanımıyor seni. Kimse bilmiyor ne büyük bir duvarı yıktığımızı. Ve kimse.... biz de dahil kimse bilmiyor yarınımızı. Ne cezaların beklediğini bizi... Kimlerin ayıracağını yollarımızı...

Bizi bilmiyor onlar... Seni biliyorlar, beni biliyorlar yalnızca... O parlak soğuğu bilmiyorlar. Nasıl ürperttiğini, ama nasıl hoşumuza gittiğini... Anlayamazlar onlar. Kimse anlayamaz.

30 Mayıs 2010 Pazar

Dokunma

Bir adım daha... Cesur bir adım, korkak bir ruhu arkasından sürükleyen... Birini korumak için. Ölmek için gözlerinin içine baka baka. Adalet için, geçmişten kurtulmak için.
Yalnızca zayıf bir çiçek için...
Gökyüzünü gösterecektir sana siyah duvarlar... Sadece bekle.
Bekle ve bekle...
Uzak dur. Dokunma hiçbir şeye... Korkuyorlar senden.
Korkak gölgeler...
Yağmur yağacaktır.
Bekle.
Hak ettiklerin seni bulacaktır...
Bekle.
Bir gün acı seni bırakacaktır.
Ölmemek için...
Bir gün O seni bırakacaktır.
Gözlerini açmak için...
Bir gün İNANCIN seni bırakacaktır.
Sabret. Görme. Duyma. Bekle. Dokunma hiç kimseye...
O zayıf çiçek için... Uykuyu sana verenler için...
Onun için. Bekle.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Kadife

Bir yaş daha süzülüyor yanaklarından. O da sonu bilinmeyen yolculuğuna başladı. Ben yalnızca izleyebiliyorum. Elimde değil, tutamıyorum üstüne gelen insanları. Tutamıyorum gözyaşlarını. Gücün vardı oysa... Beni kurtarırken kendini atmışsın o derin, siyah denize, fark edememişiz..

Her yer sessiz. Sonbaharda yapraklar gibi düşüyor hayallerimiz; solmuş, zayıf... Ayak seslerini duyuyorum. Kocaman, kitaplarla dolu odadaki tek koltuğa oturuyorsun. Zaman akıp gidiyor, sen ölümü bekleyen nefeslerini dinlemeye devam ediyorsun. Ellerin... Temiz değiller bu gün. Gözlerin gece mavisi, bir ayna gibi geçmişi yansıtıyor. Acıyı görüyorum orda, yalnızlığı, gerçekten zorunda olmayı... Korkuyu görüyorum; kendinden korkan bir adam... Sarılmaktan korkan bir kız... Hepsinin arasında en parlak olanı, senin ellerinden korkan başka bir adam. Artık hiç temiz olmayacak ellerinden, ölümü taşıyan ellerinden.. Korkuyor!.. Çocuk gibi ağlıyor!.. Başka bir şey yok, ne gidecek bir yer, ne kırmızıdan başka bir renk...

Ve... Bir yaş daha süzülüyor yanaklarından işte, tam diğeri yolculuğunu tamamlamışken. O da katılıyor o güçlü dalgalara. Artık çırpınmıyorsun, sen de izliyorsun

Herşeyi alt üst eden bir ışık beliriyor, güneş kadar parlak! O derin denizde seni dibe çekiyor. Korku yok, yalnızca kadife gibi, yumuşacık bir kabulleniş. Notalar delip geçerken masumiyetimizi, yapabileceğin hiçbir şey yok o yumuşacık kadifeyle gözlerini bağlamaktan başka...

Şimdi anlıyorum... Kimsenin elleri temiz değil artık.

25 Mayıs 2010 Salı

Yazmak istiyorum. Sen olmasan da yazmak istiyorum. Şarkı sürekli takılsa da yazmak istiyorum. Yazacak hiçbir bokum olmasa da yazmak istiyorum!!!! Okuyacak hiç kimse olmasa da yazmak istiyorum!! Yazmak istemesem de, ölmek istesem de yazmak istiyorum ben!!! Yazmak istiyorum! Gözümdeki yaşlardan dolayı yazdığım şeyi okuyamasam da yazmak istiyorum!

Herkes aynı şeyi söylüyor ya!!! yıldızlar hep ordaymış da... Yok lan yok işte siktiğimin yıldızları!!!! Kapkaranlık işte!!!!

Saçma sapan bir hayat ya! Yeter yeteeeer!!! Bıktım! Herkesten, yanımda olmayan o herkesten bıktım ben!!!! Her sabah tatlı rüyalarımdan sonra tekrar simsiyah odama dönmekten bıktım!! Bıktıııııııııııııııııım!!!!!!!!! Aaaaaah!!!!! Yeter be yeteer!!!

Bir bakmışsın, yokmuşsun...

Bazen olur ya.. çaresizlikle parlar gözlerin...

Karşındakinin sevgisine muhtaçsındır bazen. Sana seni öldüreceğini söyler, sen gider ona sarılırsın gebereceğini bile bile...

Bazen bir duyguyu özlersin... Ama hiç hissetmemişsindir o duyguyu aslında.

Bazen herkesi özlersin... Sonra bir bakmışsın, kimse yokmuş yanında meğer... Hiçliğe sarılıp gülmüşsün kendi kendine. Bir hiçliğin özlemiyle ağlamışsın...

Bir bakmışsın, "ben buyum!" diye her şeyini ortaya koyarken gözyaşlarını unutmuşsun... Onları yine gösterememişsin kimseye. Kimse seni tanıyamamış tam olarak...

Bir bakmışsın, yokmuşsun... Ölüymüşsün de meğer, yaşıyorsun diye kandırıyormuş seni görüntüler... Cehennemin en dibindeymişsin, o yüzdenmiş tüm o acılar...

Bir bakmışsın, hiç birşeye gerçekten bakamamışsın aslında... Hep gözlerinin önündekini görememişsin.

Bir bakmışsın, harfler yetmemiş hissettiklerini tarif etmeye...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Yanlış bedende yanlış bir ruh...

Elizabeth hızla yürümeye devam etti. Yavaş yürümeyi sevmiyordu; tüm o insanların yüzlerini tek tek görmeye dayanamazdı. İnsanlar... Huzursuzdu. Ve onlara baktıkça onların huzursuzluğunu kendi damarlarında hissediyordu Elizabeth. Adeta binlerce cam kırığı saplanıyordu vücuduna...
Sonunda eve geldiğinde hava kararmıştı. Ablası daha gelmediği için rahat hareket edebilirdi. Odasının kapısını ne olur ne olmaz diye kilitledi, odadaki tüm ışıkları söndürdü ve perdeleri kapattı. Karşısında Monica'nın olduğunu düşünerek konuşmaya başladı... Ses tonuna dikkat etti. Bazen sesi, her şeyi değiştirebiliyordu.

Elizabeth, hep Tanrı'nın onu yanlış bedene yerleştirdiğini düşünerek yaşamıştı. Onu bir erkeğin bedenine yerleştirecekken kafası karışmış ve bir dişinin bedenine yerleştirmiş olmalıydı... Başka bir açıklaması olamazdı bunun, en azından Elizabeth için. Her gece Tanrı'ya bunu düzeltmesi için yalvararak uyuyordu. Bu dişi beden kontrol edilemiyordu sanki. Duygularını ifade edemiyordu...

Bu artık onun için fazla zordu.

21 Mayıs 2010 Cuma

Ölümün Marşı

Güneş doğuyor bir yerlerde... Ve sıra bana da gelecek. Ve sıra bize de gelecek.

Rüzgarın saçlarımı sürüklemesi oraya buraya; hayatımda hiç tatmadığım kadar güzel bir şey.... Artık biliyorum. Özgürüm. Özgürüz. Bağırıyorum sana, duymuyor musun? Yüzüne haykırıyorum! Özgürüz!

Dün gibi hatırlıyorum... Saçındaki beyazlar esir almış seni, ama mutlusun... Gülümsüyorsun hâlâ, bana bakıp "Her şey iyi olacak..." diyebiliyorsun. "Götüreceğim seni buralardan."

Güneş doğuyor, yeni bir tel daha kar kadar beyaz... Rüzgar bizi umutlandırıyor adeta. Bizi savaşa yollayan bir büyük gibi. Haykırıyor yüzümüze. "Git!.. GİT VE KAZAN!" Kazanmadan dönmeyeceğimize söz veriyoruz biz de, önceki savaşlardan ne kadar yara aldığımızı unutarak... Güveniyoruz, kendimize değil ama birbirimize. Rüzgara güveniyoruz en azından; bizi iteceğine savaşın içine... Bize denizin getirdiği o coşkulu marşlara güveniyoruz bir çocuğun saflığıyla.

Güneşe güveniyoruz, nasılsa doğar diye... Doğmuyor. Ellerimizin arasından kayıp gidiyor son ışık da... Yaralarımızı göremez oluyoruz karanlıkta. Arkama bakıyorum. "Dön önünü!" diyorsun. "Geçmişi bırak! Seninle gelemez o!"
Artık biliyorum benimle gelemeyeceğini ... Çok geç olduğunu bazen... Geçmişin arkanda acı acı gülümserken önünü dönüp gitmenin ne kadar zor olduğunu... Artık biliyorum, savaşın neleri aldığnı bizden. Denizin marşının aslında dalgalarla sürüklenen ölümün çığlıkları olduğunu... Artık biliyorum.

Mum Işığında Verdik Son Nefesimizi

Bana bakıp gülümsedin senin için endişelendiğimi söylediğimde... Sen kendine bakabilirdin, korunmaya muhtaçtım bense. Ama güç belirlemiyordu kimin yalnız olduğunu, kimin yalnız oturduğunu o masada...  Kimin eve her gelişinde aynı karanlık odayla karşılaştığını...

Eskiden alışkanlıktı tabi, hep mum yakardın yemek masasında. Küçük ama gösterişli bir masa, iki sandalye; biri boş. Bir tek süslü tabak, parlak çatal bıçaklar; kaşıktan nefret ederdin... İki şarap kadehi, ikisi de dolu; biri gecenin sonunda biter, diğeri mumla birlikte karanlığa gömülürdü... Gelirdim bazen o kadeh de bitsin , ıslak gözlerle izleme boş sandalyeyi diye.

Sonra da salonun öbür ucuna geçerdik hep, sen bana şarkı söyletirdin. Utanırdım,  dinlemezdin. Anında yumuşatırdı beni o durgunluğun, dayanamazdım söylerdim hangi şarkıyı istiyorsan. İkimiz de istemezdik şarkının bitmesini; sessizlik ikimizi de korkuturdu çünkü.

Hep yanlış yerdeydim ben yanlış zamanda... Ama bunun cezasını sen çekerdin... Nefret ederdim aynaya baktığımda ruhumdan. Hiçbir zaman beni sevdiğin kadar sevemeyecektim seni, işte o yüzden nefret ederdim. Bilirdim senin de ağladığını her gece; sevilemeyecek kadar kötü olduğun için... Beyaz değildin, hiçbir zaman bembeyaz olmadın. Hiçbir zaman temiz olmadın, masum olmadın... Ama ben görmüyordum siyahlarını, çünkü her şeye rağmen sen sendin, ben de ben... Seviyordum seni , senin beni sevdiğin kadar değil ama seviyordum işte...

"Kandır beni!" diyordum. "Yalan söyle ki inanayım masum olduğuna... Siyaha boya ki gözlerimi, görmeyeyim senin siyahını..."

Boyadın en sonunda... Mum ışığında.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Tak tak!..

Kulaklarım içiyor o şarkıyı yavaş yavaş... Susamışlar.

Çok sakin yürüyor tik-taklar. Ne hızlanıyorlar ne yavaşlıyorlar. Çünkü kaçamayacağımı biliyorlar. Koşacak mıyım? Saatimi kıracak mıyım? Bu kulaklarımı ölümün ayak seslerine kapamaktan başka bir şey olmaz... Yine de yürüyor, yine de yaklaşıyor... Bir fare, kedi için neyse ben de ölüm için oyum. Küçük, korkak... Gelecek işte, bir gün gelecek.. Pis pis sırıtarak bakacak bana... "Tak tak; ben ölüm. Hayat nasıldı? Bir nefes daha almak ister misin?" Ama hayır... Vermez, bir saniye daha vermez son bir nefes için. Sadece yalvardığını görmek içindir o soru. Hayal kırıklığını izlemek içindir... Yoksa gerçeklikle alakası bile yoktur o sorunun.
Hep merak etmişimdir bir insanı öldürmek nasıl bir histir diye... Bir günlük ölümü oynamak... "Tak tak" demek onun yerine... "Ben ölüm."

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Şarkımız

Gitar sesini takip ediyorum. Sonra sen de şarkı söylemeye başlıyorsun. Görüyorum, ordasın. Yerde oturmuş anlayamadığım bir duyguyla şarkına sarılıyorsun. Boğuk sesin her zamaki kadar etkileyici. Umursamaz bir şekilde şarkını yarıda kesip arkanı dönüyorsun. Bana doğru geliyorsun, ama beni göremediğini biliyorum. Yırtıklarla dolu, eski siyah paltonun cebinden bir sigara çıkarıyorsun. Sigarayı yavaşça yakıyorsun; hiç acelen yok. Dumanı yüzüme üflediğindeki o garip sıcaklığı özlediğimi fark ediyorum. Yan yanayız, ama sen de beni özlüyorsun. Çünkü göremiyorsun... Biliyorum.