22 Şubat 2010 Pazartesi

Sıkıldım

Kötü bir gün... Nedense hiç bir şey yazasım yok. Başım çatlıyor... Ne kadar sıkıcı şeyler yazıyorum şu sıralar...

Zaten pişirmeye çalıştığım çorba mikrodalga fırında patladı, bir de temizlikle uğraşmam gerekiyor yani.

Kitabımı silip yeniden başlayacağım... Çünkü konu kilitlendi...

Amsterdam'a gidip kendime bembeyaz tenli gitar çalan bir çocuk bulmalıyım... Sonra onunla heryeri gezmeliyiz ve en sonunda Las Vegas'a gelmeliyiz. Orda tamamen tesadüf olarak Estel'le karşılaşmalıyız ve üçümüz hep birlikte bir kumarhane açmalıyız. Sonra yine tesadüf olarak Izzy bizim kumarhanemize uğramalı ve bizim müzik konusundaki yeteneğimizi keşfetmeli -tabi önce BEN müzik konusundaki yeteneğimi keşfetmeliyim... 

Saçlarımı maviye boyayacağım.. Bir ara da turuncuya. Ve bir ara da yeşile...

Burda oturmak cidden sıkıcı!

21 Şubat 2010 Pazar

Tavşan

Hüzünlüydü James... Ne yapacağını bilmiyordu şu sıralar. İşe yaramazdı. Kendini çok suçlu hissediyordu aynaya karşı. Burdan sonra başka ne yapabilirdi ki? Gitarını alıp gitmeyi düşündü yine, annesinin sabah kalkınca yaşayacağı acıyı unutarak... Sonra durdu. Neden bir ailesi vardı ki? Bunu düşünürdü bazen... Sevdiği herkes için "keşke olmasalardı" demekten alamıyordu kendini. Bu düşünce yasaktı, öğrenilirse yanlış anlaşılabilirdi. Ama aslında James yalnızca kendi ayakları üstünde durmak istiyordu. Birisini hem sevmek, hem suçlamak gibiydi bu... O, kararını vermişti.
Nefesini verirken düşüncelerini de dışarıya attı. Ve en ufak bir mantık olmadan gitarını çantasıyla birlikte sırtına alıp dışarıya çıktı. Düşünmemesi gerekiyordu, düşünürse bir şeyler onu tekrar "eve" itecekti. İşte ilk âşık olduğu yerin önünden geçiyordu... Ve ilk reddedildiği yer... Ve şimdi de arkadaşlarıyla kavga ettiği yer... Hepsini hatırlayacaktı. Unutursa hiçbir şeyin anlamı kalmazdı ki...
Yağmur başladı. Bundan güzeli olabilir miydi? Hafif rüzgar, minik damlalar... Birazdan güneş doğmaya başlayacaktı. Sonra annesi ve babası uyanacak ve James'in evde olmadığını göreceklerdi... Panik içinde polisi arayacaklardı. Kimse, ama kimse James'in neden gittiğini tam olarak bilemeyecekti. Çünkü bunu James de bilmiyordu... Önemsemiyordu da zaten. Sadece takip etmesi gereken bir şey vardı, James de takip ediyordu.. Ne olduğunu ileride görecekti..

Kar Kadar Parlak

Bu gün yorgunum. İnanacak kadar gücüm yok artık... Değişmiyor, hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor. İstediğim kişi değilim ben... İstediğim kişileri bulamayacağım. Cesur değilim. Şansımı bulamıyorum ki kovalayabileyim.. "Herkes adını bilecek" diyor hâlâ şarkı... Bilmeyecekler, çünkü uğraşmıyorum. Her zaman sönük kalacağım... Hani anlık yaşıyordum ben, öyleyse neden çekip gitmiyorum? Öyleyse neden hâlâ birilerini bekliyorum? Kendime hiç güvenmiyorum bu sıralar... Hiç yaratıcı değilim. Benim uzaklaşmaya ihtiyacım var... Yalnızlığa ihtiyacım var. Ama olmuyor işte.. Burda saçma duygular karışıyor işin içine. Bana bakan o sayfada koskoca yazıyordu "Sınırlar yok, değil mi?" diye..  Evet demiştim. evet sınırlar yok. Peki nerde o cevabı veren kız? Ondan geriye külleri kaldı... Simsiyah, ve arkasındakini karamsarlığa çekiyor... Şimdi şarkılar da yok, sesim kısıldı... İnancım yok oldu... Bundan nefret ediyorum. Keşke inanabilseydim bir gün gerçekten şarkı söyleyebileceğime. Keşke bir gün korkularımı yakalayıp öldürebileceğime inanabilseydim. Keşke... Keşke daha umut dolu resimler çizseydim. Keşke yalanlarımı kendime saklasaydım... Kimse gerçekten tanıyamasaydı beni. Keşke saçımı boyamaktan korkmasaydım... Kimim ben diye sormuyorum şimdi... Çünkü biliyorum; ben olmak istemediğim kişiyim. Sormam gereken... Kim olmak istiyorum ben? Yağmurun sesi gibi şimdi güneş ışıkları... Beni ıslatıyor. Bulutlardan daha beyaz gökyüzü benim için... Gidip yalvaracağım içimdeki kişiye, beni dinlesin diye...

19 Şubat 2010 Cuma

Günbatımı

Sabah çok farklı uyandım. Günüm çok güzel geçti... Bir farklılık var bende. Şimdi başlıyorum herşeye...
Güneş çok parlak bu gün. Gökyüzü masmavi. Eminim bu gece yıldızları görebileceğim. Ve bu sefer oturmayacağım, dışarı çıkıp dolaşacağım. Şansımı kovalıyorum... Nereye götürecek beni bu kez? Kiminle tanıştıracak, neler yaşatacak..? Bomboş bir sayfayım ben, adımlarım beni boyamalı. Üzerimde hiç boşluk kalmamalı, rengarenk boyanmalıyım kendimi tanımak için. İstediğim herşeyi yapmalıyım... Burda kalmamalıyım. İnsanlar umurumda değil... Empati kuramıyorken benim hakkımda bir şey düşünmeye hakları yok onların. Saçma kurallardan bıktım artık, defolup gidelim! Ve evet gideceğim... Herşey bir anlık " mutluluk sarhoşluğuna" bakıyor! Aklıma esen her şeyi yapabilirim! Kimsenin beni üzmesine izin vermeyeceğim, çünkü hayallerim onlardan daha değerli. Çantam hep sırtımda olacak, yürüyeceğim. Gittiğim yerin önemi yok, adımlarımın büyüklüklerinin önemi var yalnızca.. Kendimi iyi hissediyorum, özgür hissediyorum. Yapamayacakmışım gibi hissetmiyorum artık... Ölmeyeceğim. İstediğim her şey için zamanım var... Bana yol gösterenler, kötüler, unutulmak istenenler... O kadar çok şeyin önünden geçtim ki... Ve evet, önümdeki yolu aşacak kadar çok şey öğrendim gördüklerimden. Hâlâ yürüyecek gücüm var...

18 Şubat 2010 Perşembe

Sonu Duyulamayan Çığlıklar

Açım. Yemek yersem kendimi kötü hissedeceğim. Şimdi de hissediyorum. Nefis sesi dinliyorum. Neden sesim böyle değil benim de? Benim ne suçum vardı ki..? Kıvrılıp yatmak istiyorum, her yerim ağrıyor ve üşüyorum. Bu son, biliyorum. Üç noktanın ilkindeyim. Bir gün gelecek beni ölümle tehdit edecekler. İstemiyorum, sadece özgür olmak istiyorum. Sadece hayallerimi istiyorum. Neler olduğunu anlamak istiyorum... İnanmak istiyorum, neden anlamıyorlar! Gitmek istiyorum, korkuyorum... Güçsüzmüşüm meğer. Hiç bir şarkı beni ifade etmiyor şimdi... Burda aynam ve mikrofonumla kalakaldım. Ve her seferinde sesimi tekrar tekrar dinliyorum, yüzüme tekrar tekrar bakıyorum. Umutsuz... Kesinlikle umutsuz. Unutmaya çalıştıklarım koşuşuyor kafamın içinde. Neden ben piyano çalmadım? Benim ne eksiğim vardı ki..? Neden şarkı söyleme hakkım olmadı hiç, neden!!? Neden ölüm beni buldu!! Ne suçum var benim ya... Ne suçum var..? Açıklama istiyorum ben, biri anlatsın! Neden o kızın ailesi yok, kim karar veriyor buna! Neden o adamın çocuğu öldü!? Korkuyorum ama umurumda değil! Bundan ötesi olamaz! Bilmek istiyorum, bu aptal dünyaya hangi suçlamalarla geliyoruz?! Neye göre bir şeyleri hakediyoruz, neye göre cezalandırılıyoruz? O salak kadına niye ceza vermiyorlar, neden onun yerine çocuğu ölen iyi kalpli adam her şeyi çekiyor?! Ne bu, ne!? Nasıl bir düzen!? Kuralları bilmek istiyorum, adalet istiyorum! Neden ben sinirlenip kendimi hırpalıyorum, neden kötü biri yapmıyor bunu!? Neden yaa neden!! Neden şarkı söyletmiyorsunuz BANA!!? Nefret ediyorum nefret ediyorum nefret ediyoruuum!!!!! Seçmek istiyorum! Sorularımı cevaplayacak kimse yok mu!? Gücüm kalmadı!! Yeter yeter YETERR!! Bırakın beni!! Bırakın...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Zorunluluk

Dürüstlük değil gözlerinde aradığım. Çünkü kendimi görüyorum orda, dürüst değilim. Gözlerinin aynaya bu kadar benzeyişini anlamıyorum... Yalnızlığı anlayamıyorum, düşünceleri... Gözlerinde ışıltı yok, benim gibi evet. Karanlık.Çünkü sana bakarken siyahım. Gölgen beni kirletiyor, gözlerin kirletiyor... Bembeyaz saçlarımı boyuyorsun tel tel... Sıkılmıyorsun. Belki tek amacın ölmeyeceğime inandırmak kendini, ama ancak toplumun gerçekleri kadar gerçeksin sen... Her şey anlamsızlaşıyor... Birbirine karışıyor... Kırmızıyı görüyorum, siyahı görüyorum, ağlıyorlar. Yeşili görüyorum, solmuş... Beyaz da yok burda, onu sen boyadın. Mavi turuncuya bırakıyor yerini, turuncu kırmızıyı ateşe çeviriyor adeta... Parmaklarım kızıyor, daha sert basıyorlar tuşlara. Sesim dayanamıyor, ben dayanamıyorum. Görünmez duvarım yıkılıyor sonunda, ve saçlarım herkese açık... Boş bir kağıt gibi, ben çiziyorum onlar okuyorlar. Ve sen de çizmemi engellemek için boyuyorsun saçlarımı. Beni onlara karşı korurken, kendi kuklan haline getiriyorsun. Ve kulaklarımda hırsımı turuncuya boyayan bir kişi var. Bana o sihirli sözleri fısıldıyor kanımı ateşe çevirmek için. İsteklerimle yanarken mutlu ve huzurluyum. Biliyorum ki fırtınaya daha çok var... Herşey hızlanırken kendimi kaybetmekten korkuyorum yalnızca. Ne istediğimi biliyor muyum gerçekten? İşte turuncu başka bir şey yapıyor bu sefer; ateşimi söndürüyor. Bulutlardan yere inmiş bir meleğim...Kanatlarım siyaha boyanmış. Tüyler düşüyor, yapraklar düşüyor. Yüzlerinizi görüyorum, bana bakıyorsunuz. Yol genişliyor, kısalıyor. Karanlık, kapı, ağaçlar... Şimdi içerdeyiz. aynanın karşısında kemanım elimde... Bakıyorum, sadece izliyorum. Arkamdaki gölgenin iyice yaklaşmasını bekliyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Ayna çığlıklarımı bana geri püskürtüyor. Onları duymak istemiyorum. Kaçıyorum. Arkamda duruyor. Sonra birden kar taneleri öldürüyor onun siyahını, geriye hiçbir şeyi kalmıyor... Onu özlüyorum. Ağlıyorum. Adını her yere yazıyorum. Çünkü bir daha gelmeyecek... Anlamsız herşey... Uyanmamış birini uyutmak gibi, ölmüş birini tekrar tekrar öldürüyorum. Kendime onun yaşamını kanıtlamaya çalışıyorum... Hayır, olmuyor. Perdelerim açık, duvarımdan geriye bir şey kalmamış. Dans ediyorum. Çünkü kimse beni göremez, ben bile. Ölüler beni göremez, ben bile.... Şarkılarım, kulaklarımda kendi kendine doğuyor... Bu üzücü... Bu mavi, kahverengi... Bu benim, bu bir ölü. Hayal, işte hepsi hayal...

Düşüyorum

Yine o çok sevdiğim şarkı başladı... Gerçekten söyleyebilmek isterdim, ama sesim titriyor her zaman ki gibi. Zayıf bir yaprak gibi titriyor... Titriyorum. Sözleri anlamıyorum, ama bu önemli değil. Bana gerçekten güzel şeyler hissettiriyor. Her saniye daha da hızlanarak düşüyorum nasıl geldiğimi bilmediğim bu uçurumdan... "Nereye gidiyoruz?" diyor hayallerim hıçkırarak. Gözyaşlarım çığlıklar atıyor kelebeğin son çırpınışları gibi. Hem de her kelimeyi hecelemeye çalıştığımda...  Cesur değilim, bunu gözlerimde görebiliyorum. Ben yalnızca hayallerim kadar varım; şimdi öleceğimin bilincine varıyorum... Fısıltılar yankılanarak büyüyor içimde. Hepsi birbirine karışıyor, onları anlayamıyorum. Ürkütücü bir duman var, hava karanlık... Korku soğuk, her yerde hissediliyor. Ama hâlâ içimdeki isyancıyı ayakta tutan bir ateş var... Bir yanım herşeyi kabullenirken, o tutunacak bir dal arıyor... Çünkü o da benim gibi korkak, ölmek istemiyor. Aşağıda bir yerlerde... çok derinlerde çığlıklar atıyor birisi. Onu hissediyorum... Herşeyden nefret ediyor. Sinirli. Sesini duyurmak istiyor, intikam almak istiyor, ama nedenini bilmiyorum... Ayaklarımın altından kayıyor herşey... Ölümsüzlüğün sonsuz ağırlığı beni öldürüyor... Her rüzgar gözümün önündeki kelebeği başka yerlere sürüklüyor, onu yaralıyor. Kanatları kırılıyor, paramparça oluyor. Herkesin hayatları uzaklarda, karıınca kadar küçükler benim gözlerimden bakınca... Hepsinin farklı hikayeleri var, ve sonunda onlar da parçalanıyor... Kan revan içinde... Yavaşça, çığlık çığlığa. Ve ben mutluyum, çünkü büyülü olduğuna inandığım kelebekler bile benimle aynı kaderi paylaşıyor. Toplu bir acı... Gidiyorsam, peşimden inançlarımı da götüreceğim... Hayallerimi, hırslarımı da götüreceğim. Herkesi benimle aşağıya çekeceğim, en aşağıya... Onların yavaşça öldüklerini görmek istiyorum, kanlarının her damlasını akarken izlemek istiyorum... Bu bana ruhumu geri veremez, yalnızca beni güldürebilir. Gözlerim de yok oluncaya kadar izleyip güleceğim... Onlar ağlarken... Çünkü beni yukarıdan dinlemelerini istemiyorum...Evet işte... Düştüm.

14 Şubat 2010 Pazar

İntikam

Jason durdu. Neden kaçıyordu ki? Onun tek suçu istediği gibi yaşamaktı. Ve o bunu istiyordu; daha çok kan, daha çok acı, daha çok gece... Bu suç değildi, bu ayıp değildi. Bunu herkes onun kadar istiyordu aslında. Evet, Jason'a göre herkesin içinde saklanan sadist bir ruh vardı. Aslında herkesin bir yanı sevdiğine acı çektirmek istiyordu. Herkes sevdiğine acının o güzel tadını hissetmeyi öğretmek istiyordu. Acı siyahtı, evet. Ama siyahın da beyazında içinde aynı renkler olduğunu herkes unutmuştu... İkisinde de aynı tatlar farklı şekillerde sunulmuştu. Bu kesinlikle adil değildi. Jason yalnızca Amelia'ya acıyı tattırmıştı, bu kesinlikle suç olamazdı. Yalnızca günahtı.
"Ruhunu cehenneme kapattın dostum..." dedi Ronald. Ne zamandan beri öyle Jason'ın arkasında dikiliyordu?
"O yüzden mi kendimi bu kadar iyi hissediyorum?" diye sordu Jason alaycı bir tavırla. Kendini nasıl hissediyordu? Gerçekten iyi miydi? Ya da iyi mi hissetmesi gerekiyordu?
"Bazen seni anlamıyorum Jason..." Ne tesadüf, Jason da Ronald'ı anlamıyordu. Ronald Jason'ın çok eski bir arkadışıydı -Jason'la tanıştıktan sonra beş yıl hayatta kalabilen tek arkadaşı. Ama Ronald yıllar içinde çok değişmişti. Sıradanlaşmıştı. Artık Jason'ın onunla paylaşabileceği bir şey yoktu.
Jason bir kez daha Ronald'a baktı; belki onu bu sıradanlıktan kurtarmak için bir şey bulabilirdi. Hayır, sarı, yamuk yumuk kesilmiş saçları, boş bakan küçücük gözleri ve boyundan büyük göbeğiyle kesinlikle umutsuz görünüyordu. Aynı anda Ronald da Jason'ı inceliyordu. Onu anlamaya çalışıyordu. Jason'ın siyah upuzun saçlarıyla yüzünün yarısını kapatması Ronald'a saçma gelmişti hep... Bunu dikkat çekmek için yaptığını düşünüyordu artık. Oysa Jason'ın çok farklı nedenleri vardı. Herşey ilk arkadaşı Clamentine'le ilgiliydi... O zaman daha on dört yaşındaydı Jason. Clamentine'e onu incitmeyeceğine dair en sevdiği şey üzerine yemin etmişti; yani yüzünün sol yarısı üzerine... Sonra Clamentine Jason'a ihanet etmişti, Jason da intikam almıştı. İşte o zamandan beri Jason'ın yüzünün sol yarısı saçlarıyla kapalıydı. Bunu kimseye anlatmıyordu, çünkü insanlara saçma geleceğinden emindi. Bu daha çok, sembolik bir şeydi.. Jason yaşadıklarını sadece kendi anlayabileceği şekillerde vücuduna "çizerdi". Bu onun motivasyonu gibiydi. Olaylardan çıkardığı dersleri hatırlamasını sağlardı.
Ronald'ın arkasını dönmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı Jason. Ronald gidiyordu. İkisi de tek kelime etmediler. Ronald yavaşça yürüyerek uzaklaştı, Jason ise yalnızca izledi.
Artık kimse kalmamıştı. Herkes ya ölmüş, ya da delirmişti. Bu çok büyük bir sorun değildi aslında... Hâlâ müzik vardı. Jason istediği gibi şarkı söyleyebilirdi. İstediği gibi piyano çalabilirdi. Evet, piyano çalmak istiyordu. Tüm nefretini, sinirini notalara dökmek istiyordu. Bunu acı çektirmek için yapacaktı, bunu acı çekmek için yapacaktı. Piyanonun ne hissettiğini anlayabilirdi. Piyanonun gözlerinden görebilirdi. Herşeyi piyanoya bırakmak... Kontrolünü, notaları, acıları... Bunu yapmak istiyordu. Bu kez kendi duygularıyla değil, piyanonun duygularıyla çalacaktı. Notaların kendini yavaş yavaş öldürmesine izin verecekti. Piyano, intikamını alacaktı sonunda... Herkesin hayatı kana bulanacaktı...

2 Şubat 2010 Salı

Üç Nokta ve Soru İşareti

Boş sokak... Yanıp sönen eski sokak lambaları... İşte yine burdayım. Şu saçma yağmurlu şehirde... Ve yine gece. Yine karanlıktan korkuyorum. Yine karanlıkta kalıp korkmaya devam etmek istiyorum.. Yine nefes aldığımı hissediyorum... Hafiflik, yerini kuş tüyüyle dolu bir sandığın ağırlığına bırakıyor. Ne yapıyorum ben... Binalar bana gülüyor sanki. Umurumda değil. Yalnızca şemsiyemi fırlatıp saçlarımı ıslatmak istiyorum. Biliyorum ki sonra hasta olacağım, umurumda değil. Bu gece yalnızca benim. Bu gece yalnızca bu gece, daha fazlası değil. Yarında değiliz, bu gecedeyiz. Bu gece günahların gecesi...
Siyah kedi yanımdan hızla geçiyor. Bu sefer lanet batıl inançlara uyup saçımı çekmeyeceğim. Kötü şans, gel beni al! Siyah yelkenimizi açıp karanlık yolculuklara çıkalım!..
Yine aynı melodi.. O kalın ve sıcacık ses... Yine kafamın içinde yankılanıyor. Merak ediyorum... Nereden geldi o melodi? Nereden geldim ben? Nereye gidiyoruz?..
Yol düz, uzun... Yanımda sürekli değişen eski binalar... Camlardan birinden yansımama bakıyorum. Yansımam bana cesaret veriyor. Bana gülümsüyor. İşte yaptım, şemsiyemi attım! Gecenin karanlığı damla damla saçlarıma akıyor. Soğuk, ıslak... O melodi gibi değil. Bu melodi gibi değil. Beni siyaha boyayışını izliyorum. Yalnızca yürüyorum. Ve artık şemsiyeli korkak kız değilim. Şemsiyem arkamda. Onu daha da geride bırakıyorum, her adımımda, her nefesimde. Ve binalar değişmeyi sürdürüyor.. Gök gürültüleri olmayınca yağmurun anlamı yokmuş.. Bunu fark ediyorum. Neyseki o korkunç gürlemeler beni terk etmiyorlar. Buradalar, hep beni korkutmaya devam edecekler. Bunu seviyorum, yağmuru arttırıyor. Beni daha çok siyaha boyuyor... Gök yüzüyle bütünleşmemi sağlıyor. Biliyorum ki bir gün yıldızların yanında parlayarak koşacağım.
Ne istiyorum? Ne yaşıyorum? Ne hissediyorum? Bunların önemi var mı... Tek önemli olan şey saatti; ve şimdi o yok. Zaman yok. Önemli bir şey yok. İstediğim kadar uyanık kalabilirim. Güneşin doğuşunu izleyebilirim. Eğer doğarsa... İnsanlar ortaya çıkmadan buradan gidebilirim. Üzerimdeki siyah boyayı temizlemek zorunda da değilim. Yollar sonsuz, yalnızca yürümem gerekiyor. Nasıl bir son olacak ki? Nefesim mi kesilecek?.. Her şeyi unutacak mıyım?.. Kendi sonumu kendim yazabilirim aslında.. Herşey bir ipe bağlı, gerçek anlamda... Biraz kalın bir ip gerçi... Halat diyebiliriz.. Herneyse... İşte benim sonum. Koca bir soru işareti... Ben buyum. Üç nokta, ve soru işareti... Peki neden bitiremiyorum hâlâ... Neden...?