29 Nisan 2010 Perşembe

Adım ne bu gün?

Güçlü fırtınanın siyahı yerini yavaşça bulutların arasında çırpınan ve batmakta olan güneşin turuncudan laciverte dönmüş ışıklarına bırakıyor. Ölümün o dehşet verici renkleri her yerde; beyazlar, siyahlar ve soluk maviler. Suyun içinden sesleniyor sanki ruhlar, güçlenen ve düzensizleşen duygular eşliğinde... Yalnızca yürüyorum. Bir yandan kızıyorum Jimmy'ye içimden. Neden, Jimmy? Neden..!
Herkes toparlanırken ben hâlâ yıkık, hâlâ dağınık... Küçük bir çocuğun ağlama sesi geliyor uzaktan. Kırbaç gibi çarpıyor bedenime ve kalbime. Merak ediyorum, bu kırbaçtan başka birinin de canı yandı mı?
Yürümeye devam ediyorum. Herkes bana bakıyor. Nedenini biliyorum. Hepsi Jimmy yüzünden...
Koşmaya başlıyorum. Daha fazla nefret dolu bakışa dayanamam. Hepsi öyle keskin bakıyor ki... Biliyorlar, bu kötü olayda benim de suçlu olduğumu biliyorlar.
Yalnızım. Boş duvarlar var. Sorular var. "Adı ne?"... "Saçları nasıl?"... "Bu gün nasılsın?"... "Bu gün KİMSİN?"... "Bu gün ne yapacaksın?"... "Kimi öldüreceksin yine?"...
Eskisi kadar acıtmıyor şimdi. Eskisi kadar ağlatmıyor alıştıktan sonra... Yalnızca aynaya bakmayı özlüyorum arada sırada. Ama nerde şimdi o cesaret...
Nasıl bu kadar ileri gidebildim? Nasıl umursamadım gördüklerimi? Görmemem gerekenleri gördüm ben...Cadıyım ben, şehirleri yok ettim! Siz söyleyin; nasıl olmalıyım bu gün? Nasıl ölmeliyim bu gün?.. Kimim bu gün, kimi öldüreceğim yine? Adım ne bu gün; Ölüm mü, Yaşam mı?

26 Nisan 2010 Pazartesi

Çikolata

Kıvırcık, upuzun, simsiyah saçları ve bembeyaz bir teni var. Gözleri siyah gibi ve altları mosmor. Benden başka kimse onunla ilgili gerçeği bilmiyor, hatta o bile. Çok agresif.  Onu tanımlayabilecek tek bir kelime var; psikopat. Ama onun bu ani ve sadistçe davranışlarını seviyorum. Sanırım bunu seven tek kız benim. Zaten bu yüzden hayatı boyunca hiç sevgilisi olmamış. Bir an kahkaha atıyor, sonra bağırmaya başlıyor. Bazen ödümü koparmıyor değil... Ama kimse kusursuz olamaz. Ona birinin bana borcu olduğunu söylüyorum, iki gün sonra o kişiyi gören olmuyor. Bu korkunç da olsa işime geliyor.
"Sen kimsin?" diye soruyorum merakla. Her zamanki o kurnaz gülümsemesiyle yanıtlıyor;
"Kim olmamı istiyorsan o'yum."
Hep kaçamak cevaplar veriyor. Ama bu sorun değil; her gün bana çikolata verdikten sonra istiyorsa katil bile olabilir.
Bir de insanlar bana memnuniyetsiz diyorlar. Yalnızca çikolata istiyorum ben.  

25 Nisan 2010 Pazar

Paris

Sabah erken saatte, daha güneş yeni yeni doğarken uyanmayı seviyorum. Hele de evde yalnızsam...

Pencerem çok güzel gözüküyor. Bir masalın içindeymişim gibi hissediyorum. Sanki masallarda gerçekten yaşıyormuşum gibi...

Güneşin doğuşuyla odamın siyah duvarları renkleniyor adeta. Eksik olan tek şey... Müzik.

"Paris" şarkısı çalmaya başlayınca neşeleniyorum, üşengeçliğim geçiyor. Su ısıtıp şeftalili, iğrenç renkli zayıflama çayımı yapıyorum kendime. Sonra da "zayıflama çayıyla birlikte tatlı bir şey yersem zayıflama çayı tatlının etkisini yok eder ve kilo almam" mantığıyla çikolatalı kurabiyeleri mideye indiriyorum. Zayıflama çayının yarattığı karın ağrısı; işte bu da gerçekten yaşadığımı hissettiren başka bir şey.

Kuş seslerini duymak için camı açıyorum. Kuş sesi yok, ama sorun değil. Geçen gece indirdiğim meditasyon müziklerinde bolca kuş ve diğer hayvancıkların sesinden var.

Anime mi izlesem, kitap mı okusam, yoksa yalnızca öylece müzik dinleyerek otursam mı?.. Mutlu olduğumda vermem gereken en zor karar bu.

Kırmızı gözlüğüm... Onu seviyorum. İnsanların bana bakmasını da seviyorum. Kırmızı gözlüğüm insanların bana bakmasını sağladığı için sanırım kırmızı gözlüğümü daha çok seviyorum; işte bu da mutlu olduğumda düşündüğüm en karmaşık şey.

Müziksiz hiçbir şey yapamıyorum. Sanki duygular müzik olmayınca yok oluyor. Yani en kısa zamanda kesintisiz müzik dinlemenin bir yolunu bulmalıyım. Okulda dersleri neden klasik müzik dinleyerek işlemiyoruz ki? Klasik müzik konsantrasyonumu artırıyor.

Kulaklarım olmasaydı gerçekten çok zorlanırdım. Gözlerim olmasaydı da... Ve dokunamasaydım... Aslında bu üçü birbirine bağlı gibi. Göremeyince sanki duyamıyorum, duyamayınca sanki göremiyorum... Ama duyularımı en çok kilitleyen şey dokunamamak. Dokunamayınca sanki hiçbir şey hissedemiyormuşum gibi... Göremiyor, duyamıyormuşum gibi...

Mor, kabarık etekli, kırmızı şapkalı, Paris'te yaşayan bir ressam olabilirdim. Ama kırmızı gözlüklü, pembe kalpli pijamalı bir öğrenciyim. Yine de umudum var, Paris'e gideceğim...

Fikirlerim sürekli değişiyor. Az önce mor etek giymek istiyordum, şimdi ise turuncu...

Piyanoyu seviyorum. Kesinlikle kendimi ifade etmemi sağlıyor. Daha yeni başladım ve do-re-mi'nin farklı kombinasyonlarını çalmaktan ileriye gidemiyorum ama yine de tuşlara basmak beni rahatlatıyor. Yine de... Gitar da çalmak istiyorum. Gitar bana duygusuz geliyor, evet... Ama... Ama... Çalmak istiyorum işte.

Müzik dinlemeden yazılarımı okuyunca hiçbir şey ifade etmiyorlar. Ne kadar garip...

Keşke sesim güzel olsaydı.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Peter Uyuyor

01:32
Karanlık... Korkuyorum. Gitti. Gittiler.

03:45
Geri dönmediler. Dönmeyecekler

04:14
Yine soğuk, yine yalnız...

04:30

...

Peter olabildiğince hızlıca çöp tenekesinin üzerine oturdu. Bir süre etrafına bakındı; önünde çatlaklarla dolu bir duvar, yanında boş sokak, üstünde yıldızlar...
Sonra soğuktan ve korkudan titreyen ellerine baktı. Rahatlamaya ihtiyacı vardı. Cebindeki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Sigara içmek onu herşeyden daha çok rahatlatıyordu. Çöp tenekesine ayağıyla vurmaya başladı. Bunu yapmazsa etraf çok sessiz oluyordu. Kendi kendine şarkılar mırıldanarak yıldızları seyretti.

Sigarayı düşündü... Sigara içmek istemiyordu aslında. Ama rahatladıktan sonra ne istediği pek de önemli değildi.

Kalkıp çöp tenekesinin içini karıştırdı. Yırtık, masa örtüsüne benzeyen bir örtü buldu. Bu işini görürdü. Tekrar tenekenin üstüne oturup her tarafını bu örtüyle sardı. Pek sıcak sayılmazdı ama en azından daha az soğuktu.

04:57

Peter uykuya dalmak üzereydi. Fazlasıyla korkmuş ve yorgundu. Kötü rüyaların onu beklediğinden habersiz, öylece gözlerini kapattı...

On Sekizinci Kez Kırk

Mello son taşı da koyduktan sonra durdu. Bu küçük çakıl taşlarını 27. kez düzenli bir sıraya sokmuştu. Kafasını kaldırıp sokağa baktı. Karanlıktı, soğuktu ve kimse yürümüyordu... Kimse gelmiyordu... Matt gelmiyordu...

Caroline gözlerini sımsıkı kapadı. Bu, hastanede geçirdiği üçüncü günüydü. Artık ağlamıyordu. Artık bir hemşire geçerken heyecanlanmıyordu. Artık doktorlar panikle Matt'in odasına dalınca korkmuyordu. Korkamıyordu. Korkmaya bile gücü yoktu ki...
Gözlerini açtığında herşey aynıydı. Beyaz, boş duvarlar... Bir doktor Matt'in odasına girdi. Caroline doktorun asık yüzüyle odaya girdiği gibi çıkmasını bekledi.

1 dakika...
2 dakika...
Tik...Tak...

Mello 32. kez dizdiği taşları özenle topladı. Ve yine başladı... Birinci taş... İkinci taş onun yanına... Üçüncü taş... Yanlış yaptın, baştan.

6 dakika...
Caroline bir yıl kadar uzun hissettiği bir süreden sonra ilk kez merak duygusunu hissediyordu.

"Matt neden söz verdiği gibi gelmedi?.." diye düşündü Mello taşları 34. kez dizerken. Matt'in onu affetmediğini düşünüyordu. Mello hep sinir krizleri geçirir ve bu sırada da hep Matt'e bağırırdı. Matt hep affederdi. Neden bu kez Mello'yu cezalandırıyordu?..
Önünde düzgünce dizilmiş duran çakıl taşlarına baktı. Ne zaman Matt'i özlese Mello taşları Matt'in sürekli yaptığı gibi dizerdi.  Matt'i özleyince onun yaptığı şeyleri taklit etmek Mello'yu rahatlatıyordu. Matt'in neden taşları böyle dizdiğini bilmiyordu, umurunda da değildi. Matt'in bazı garip alışkanlıkları vardı. Mello bunları seviyordu. Taşları 35. kez dizerken Matt'in kendinde sevecek ne bulduğunu düşünmeye başladı...

12 dakika...
Doktor sonunda ifadesiz bir yüzle Matt'in odasından çıktığında Caroline ayağı kalkmış, adama merakla bakıyordu. Birkaç saniye öylece durdular. Sonra birden Caroline'in beklediği şey oldu.

Mello sarışındı. Matt Mello'yu bu yüzden seviyor olabilir miydi? "Hayır.." diye düşündü Mello. Bu kadar basit bir şey için Matt oyunlarda Mello'nun onu yenmesine izin vermezdi. Mello'nun gerçekten kafası karışmıştı...

Sonunda doktorun gülümsemesiyle Caroline'in tüm kasları aniden gevşedi. Dengesini toplamak için doktorun omuzundan destek aldı.
"Birazdan uyanır." dedi doktor Matt'in odasına bakarak.
Caroline gülümsedi. Hayatında ilk kez gerçekten gülümsedi.

Mello taşları 40. kez diziyordu. Hiç 40. dizişten öteye, 41e gidemiyordu. Çünkü Matt de öyle yapıyordu. Mello'ya hep taşları 41 kere dizmesi gerektiğini söylüyordu. Ama 40tan sonra hep yine 40 diyordu... Buna rağmen, 40da bırakıp Mello'nun yanına gelirdi. Bu, Mello için onu gerçekten sevdiğinin göstergesiydi. Ama Matt için sıradan bir trajediden başka bir şey değildi bu...

Matt'in gözlerini açtığını görünce Caroline sevinç çığlıkları atmamak için kendini zor tuttu. Anında oturduğu yerden kalkıp Matt'in yatağının yanına gitti. Matt gözlerini tamamen açtıktan sonra etrafına bakındı. Sonunda gözleri Caroline'in gözleriyle buluştu. Çok kısık sesle bir şeyler mırıldandı. Caroline duymak için daha da yaklaştı.
"Mello...nerde...Mello...beni bekliyordur.."
Caroline parmağını Matt'in dudaklarına bastırdı. "Sakin ol..." dedi yavaşça. "Mello iyi. Seni görünce çok sevinecek." Birden kendini çok suçlu hissetti. Mello'nun nerde olduğunu bilmiyordu aslında. Ama bunu Matt'e nasıl söyleyebilirdi ki? Hem de böyle bir zamanda...

1 gün...
2 gün...

Mello kafasını kaldırıp boş sokağa tekrar baktı. Sonra Taşları 40. kez dizmeye geri döndü. Matt neden bir haftadır gelmiyordu? Başına kötü bir şey gelmiş olabilir miydi? Yoksa hâlâ Mello'ya kızgın mıydı?
Mello dizdiği taşları sırasıyla topladı. Sonra da tekrar 40. kez dizmeye başladı... Matt taşları nasıl dizdiğini Mello'ya anlatmıştı, ama nasıl 41e ulaşılacağından hiç bahsetmemişti.
Yine 40 ve yine 40...
"Ve  on yedinci kere 40. dizişim de bitti..." diye mırıldandı Mello on yedinci kez 40. dizişini toplarken. Sonra tekrar dizmeye başladı...
"41" dedi sıcacık bir ses.
Mello kafasını kaldırıp sokağa baktı -boş değildi. Gelmişti. Matt sözünü tutup gelmişti.
Mello yavaşça kalktı ve Matt'e doğru yürüdü. Matt şaşırmış görünüyordu ve kımıldamıyordu. Mello Matt'in önünde durdu. Birbirlerine sarıldılar ve birkaç saate dönüşen birkaç dakika boyunca öyle kaldılar.
"Matt... Beni affettin mi" diye fısıldadı Mello Matt'in kulağına. Hâlâ Matt'i bırakmamıştı.
"Sana hiç kızmadım, Mello."
"Peki bir şey sorabilir miyim..."
"Tabi... "dedi Matt. Sesinden merakı anlaşılıyordu.
"Beni neden seviyorsun?"
Bir süre sessizlik oldu. İki kişi de cevabı merakla bekliyordu.
"Ben... Sen çok sinirlisin, evet.. Ama seni buna rağmen seviyorum. Çikolatayı benden çok sevdiğinden şüpheliyim, ama bu da sorun değil... Bazen fark etmeden beni kırıyorsun ama... Ama seni yine de seviyorum. Ve... Seni neden sevdiğimi bilmiyorum."
"Matt... Beni bir daha yalnız bırakma." dedi Mello titrek bir sesle. "O taşları sensiz 41 kere dizemem Matt..."

23 Nisan 2010 Cuma

Hayalet Renkler

Koş Chiaki... Daha hızlı koş...

Yağmur yağıyordu.
Chiaki sonsuz karanlığa doğru hızla bir adım daha attı. Ayağı sert bir şeye çarpmıştı. Nefes nefese kendini yere attı ve sakinleşmeye çalıştı. Nerde olduğunu bilmiyordu. Çok karanlıktı, her zamanki gibi...

Chiaki hayatı boyunca ışığı görememişti. Gözleri onu karanlığa kilitlemişti. Bunu anlayamıyordu. Gözlerini kim, neden almış olabilirdi? Ne suç işlemişti ki?..

Herkes ona çok güzel olduğunu söylüyordu. Oysa bu Chiaki'yi merakta bırakmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Chiaki "güzelin" nasıl göründüğünü bilmiyordu ki... Evet; beyaz, dalgalı saçları ve menekşe rengi parlak gözleri olduğunu biliyordu. Ama "beyazın" ne olduğunu bilemezdi.

En azından o öyle sanıyordu...

"Geçmiş önemli değil, Chiaki" dedi kendi kendine. Sonra birden bir şey duydu. Hızla kalktı. Nefesini tutup etrafı dinlemeye başladı. Göremiyor olabilirdi, ama normal insanlardan çok daha iyi duyabiliyordu. Etraf şimdilik sessizdi -tabi bu hep sessiz kalacağını göstermezdi. Chiaki yere eğilip el yordamıyla bir şeyler aradı. Yağmurdan ıslanmış otların ve yapış yapış çamurun  arasında eline sert bir şey geldi. O şeyi sıkıca tutup kurcalamaya başladı, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tahta bir sopa gibiydi... Aslında ne olduğundan emin olamayacağını biliyordu, ama ne olmadığından emin olabilirdi.

Arkasından çok hafif bir ses geldi. Birisi ona doğru yürüyordu, ve bu ses çimleri ezerken çıkardığı sesti. Chiaki sopayı bir şey belli etmemeye çalışarak daha sıkı kavradı. Sesi çıkaran kişi büyük ihtimalle çıkardığı sesi duyamıyordu bile. Bu yüzden Chiaki haberi yokmuş gibi davranıp, sonra da karşısındakini şaşırtarak kaçmalıydı.

2 adım... 3 adım... Aranızda tam 6 metre 27 santim var... Parmak ucunda yürüyor... Duymadığını sanıyor... Aranızda 2 metre kaldığında hızla koşup ağzını kapatacak... Her yerde ağaçlar ve taşlar var ve hiçbirini göremiyorsun Chiaki... Kaçamazsın Chiaki... Koş Chiaki!.. Çığlık at!..

Chiaki çığlık atarak koşmamak için kendini zor tutuyordu. "Kaçmak" diye bir seçeneği yoktu. Koşarsa bir şeylere çarpacağı neredeyse kesindi. Ama kaçmaktan başka ne yapabilirdi ki?
Ses iyice yaklaştı ve en sonunda durdu. Çok sert yağan yağmurun ve şimşeklerin sesinin arasında arkasındaki kişinin nefesinin sesini aradı -ve tabi ki aradığını buldu. Nefes hızlanmaya başladı. Chiaki arkasındaki kişinin bir hareket yapmak için hazırlandığını anladı. Artık düşünmeye vakti yoktu. Tüm gücünü bacaklarına verip hızla önünü döndü ve sopayla ileri doğru bir hamle yaptı. Zamanlaması çok iyiydi; Chiaki bunları yaparken aynı anda adam da öne doğru atlamış ve sopa adama isabet etmişti. Adam acıyla inledi. Sesi çok kalındı.

Chiaki adamın sesinin geldiği yöne doğru koştu ve adama yine sopayla vurdu.

"Lanet olsun!" adam bağırarak hızla geriye doğru gitti. Bir süre durdu.

Chiaki taş kesilmişti. Ne yapacaktı? Bu adamdan nasıl kurtulacaktı?

"Craig'in senden kurtulmak istemesini anlıyorum..." dedi adam alaycı bir ses tonuyla. "Şimdi ne yapacaksın? Koşacak mısın -hem de adımlarını görmeden?"

Chiaki, o adam için ne kadar kolay bir hedef olduğunu düşündü. Adam şimdi ona doğru geliyordu ve koşmaya bile gerek duymuyordu; çünkü Chiaki gibi o da gerçeği biliyordu. Chiaki kesinlikle kaçamazdı.

Chiaki refleks olarak kendini geriye attı ve düştü. Sürünerek ne kadar hızlı uzaklaşabileceğini düşünüyordu. Ama çok geçti... Adam Chiaki'yi bileğinden sertçe tutup kaldırdı. Chiaki kurtulmak için çırpınmadı bile. Gücünü harcamayacaktı.
"Kurtulmaya çalışsan daha eğlenceli olurdu.." dedi adam gülerek "Ama sorun değil, bu da işime gelir."
Chiaki ses çıkarmadan ve çırpınmadan adamın ellerini ve ağzını bağlamasına izin verdi.
Artık rahatlıkla ölebilirdi...

15 Nisan 2010 Perşembe

Mavi Şeker.

Elinde mavi bir şeker vardı küçük kızın. Heyecanla parka doğru koşuyordu. Şeker öylesine güzel görünüyordu ki yemeğe kıyamamıştı. Mutluydu. Eğer siyah paltolu Jeffery adında bir adam Amber adındaki sevgilisiyle kavga etmemiş olsaydı Amber hızla evden çıkıp gitmezdi. Amber evde kalsaydı Joe adında bir adam ona saldırmazdı. Joe adında bir adam Amber'a saldırmamış olsaydı yoldan geçen Peter adında, o an parka doğru elinde mavi bir şekerle koşan bir kızı olan adam Amber'a yardım etmeye çalışmazdı. Yardım etmeye çalışmasaydı Peter ölmezdi. Mavi şekerli kız hep mutlu kalırdı.
Bunu neden anlattım? Bilmiyorum...Açıkçası umurumda da değil. Şu an mutlu ve sakinim. Kendimi buğulu bir fotoğrafın içindeymişim gibi hissediyorum. Fotoğrafta bir pencerenin önünde duruyorum. Ve bir yerlerden müzik sesi geliyor. Bakanları merakta bırakan bir fotoğraf. Müzik sesi nerden geliyor?..

1 Nisan 2010 Perşembe

Gözlükçü

Kelimeleri yoğun bir sisin arkasından görmek... Müziğin sınırlarını çizmek... İçimde bağıran biri var, ellerini yumruk yapmış doğru kelimeyi bulmaya çalışıyor. Yok; bunu tarif eden doğru bir kelime yok. Sesim zincirlerini kırmaya çalışıyor. Yalnızca biraz kafiye istiyorum. Ve kalemim; kulaklıklarım olmayınca hiçbir şey ifade etmiyor. Daha zarif harfler istiyorum... Uçuyorum, belki düşüyorum; kimin umurunda ki? Yukarıdan -ya da aşağıdan- iki kişi sesleniyor. Evden sesleniyorlar... İkisi de benim. İkisi de duygularımı boyuyorlar, ikisi de kendilerini kandırıyorlar. Görüntüler can çekişiyor adeta kırık gözlüğümde... İzliyorum, elimden ne gelir ki? Kulaklıklarımı kaldırıp kulağıma girmeye çalışan onca ninninin ışığında gidiyorum. Nereye... Nereye gidiyorum?.. Duygularım ıslak bir geceye dönüşüveriyor, yıldızların arasında yüzüyorum. Beni aşağı çekiyor zarif bir şömine. Ateşin dansını izliyorum. Küçücük bir çocuk var içinde... Ateşin titrek ışığı kadar ince bir sesi var... ve korkuyor. Bir hayatı var, bir hikayesi var. Bir annesi, bir babası var. Pembe gözlükler takıyor o da benim gibi, onunkiler kırılmamış ama... "Mutlu muyum!?" diye soruyor çocuk aynaya. Ben de aynısını soruyorum camdaki yansımama. "Mutlusun, mutlusun!" diye bağırıyor binlerce görüntü. Kırık gözlüklerim; yine yalan söylüyorlar...