27 Mart 2010 Cumartesi

Son Silah

Güvercin Adam, kapısının hızla açılmasıyla yerinden sıçradı. Gelen Addis'ti. Elinde büyükçe bir kutu vardı.

"B-beni korkuttun." dedi Güvercin Adam. Uzun süredir konuşmadığı için sesi şimdi çok garip geliyordu kulağına; sanki başka birisinin ağzından söylüyordu her şeyi.
"İnsanları korkutmayı severim." diye yanıtladı Addis muzip bir gülümsemeyle. Güvercin Adam'ın masasına doğru yürüdü ve kutuyu masaya koydu. Güvercin Adam ne olduğunu anlamaya çalışırcasına onu izliyordu. Kutunun içi eski kitaplarla doluydu. Eski büyü kitaplarıyla...

"Buralarda bir yerlerde..." dedi Addis kutuyu karıştırırken. "O kitap burda da değilse umudumuzu kesmeliyiz."

"Umudu kesmek..." Addis'in dediklerini tekrarlayan Güvercin Adam'ın yüzünden korkusu açıkça görünüyordu. O kitabı bulamazlarsa... Hayır, bunu düşünmemeliydi. "Karanlık Sayfalar'ı" ne olursa olsun bulacaklardı. Hava ruhlarından kurtulmanın tek yolu buydu. Eğer kurtulamazlarsa... Güvercin Adam hiçbir zaman söz verdiği gibi Veronika'nın yanına geri dönemeyecekti. Bu düşünceyle tüyleri diken diken oldu.

"Güvercin Adam!" Addis korku ve heycanla karışık garip bir duyguyla seslendi. "Bu o kitap!.."
Güvercin Adam Addis'in elindeki kitabı çekip aldı. Çok kalın ve büyük bir kitaptı bu. Kapağı sert, pürüzlü, siyah bir malzemedendi. Kitabın üzerinde kocaman harflerle "Son Silah" yazıyordu. Kitabın sayfalarına hızlıca baktı; sayfalar bomboştu. Tek bir nokta bile yoktu. "Evet Addis. Bu o..." dedi çok alçak ve titrek bir sesle. Şimdi tek yapması gereken kitabın sayfalarındaki yazıları görebilmek için şifreyi çözmekti. Cebinden o çok önemli kağıdı çıkardı. Üzerindekileri tekrar okudu; "O kitap size bakacak, siz de ona... Sayfalar küle dönüşürken altın harfleri göreceksiniz." Bu yazıya göre kitabı yakması gerekiyordu. En azından o öyle anlamıştı. Ama bu çok tehlikeliydi. Ya şifreyi yanlış anlamışsa? Ya kitabı yakmaması gerekiyorsa? Denemek için sayfalardan yalnızca birini yakmayı düşündü. Bu şekilde eğer şifreyi yanlış anlamışsa bile kitabı tamamen yok etmemiş olacaktı. Ama ya bir tanecik sayfayı yakmak, kitabın özelliğini bütünüyle bozmak anlamına geliyorsa?..
Addis sorusuyla Güvercin Adam'ın düşüncelerini böldü. "Şimdi ne yapacksın?"
"Bilmiyorum..."
Addis kitabı Güvercin Adam'ın elinden aldı. Güvercin Adam, Addis'in kitabı incelemesini bekliyordu. Ama pek de öyle olmadı... Addis kitabı şömineye attı.
"Sen..!" Güvercin Adam öyle yüksek bir sesle bağırdı ki kendi kulakları bile rahatsız oldu. Addis'i de o kitapla birlikte ateşin içine atmak istiyordu, ama hareket edemedi.
"Kitabı yakmamız gerekiyordu... Ben de yaktım." dedi Addis gayet rahat bir ses tonuyla.
Güvercin Adam bağırmaya çalıştı, ama ağzından cılız bir fısıltıdan başka bir şey çıkmadı. Gözlerinden aşağıya yavaşça damlalar akıyordu.
Uzun bir süre iki adam orada durdular. Bir şömineye, bir birbirlerine bakıyorlardı. Ortada altın harfler falan yoktu. Sonunda sabrı taşan Güvercin Adam hıçkırarak odadan çıktı. Addis hâlâ durmuş şömineye bakıyordu.

Hava karardı. Güvercin Adam ağlamaktan şişmiş gözleriyle karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Odanın kapısını sertçe açıp içeri girdi. Oda boştu.
Şömineye tekrar baktı. Sönmüştü ve altın harflerden eser yoktu. Normalde tekrar ağlamaya başlardı, ama sanki daha fazla gözyaşı kalmamış gibi hissediyordu. Yavaş ve uzun adımlarla odanın öteki ucundaki masasına yürürken şöminenin içinde bir parıltı dikkatini çekti. Sıcacık bir heyecan ve panik dalgası kafasının içinde katlanarak büyürken ne yapacağını düşündü. Gidip şömineye baktığında bir şey göremezse sinir krizine girerdi. Ama bakmazsa...
Hızla şöminenin yanına gitti ve eğildi. Ordaydı, simsiyah küllerin arasında... Altın rengi, parlak toz!..

22 Mart 2010 Pazartesi

Veronika

"Güvercin Adam, neden herkes sana Güvercin Adam diyor?" diye sordum yorganı boynuma kadar çekerken.

"Çünkü Lily bana Güvercin Adam diye seslenirdi. Nedenini bilmiyorum. Sonra herkes beni Güvercin Adam olarak tanıdı." dedi Güvercin Adam gülümseyerek. Geçen sorduğumda " Michael bana Güvercin Adam diye seslenmişti" demişti. Ve ondan önceki soruşumda da Noah'nın ona bu şekilde seslendiğini söylemişti. Gemideki herkese kimin Güvercin Adam'ı Güvercin Adam olarak tanıttığını sormuştum . Ama iş sonunda dönüp dolaşıp yine Güvercin Adam'a geliyordu. O da her seferinde gemideki birisinin onu Güvercin Adam olarak çağırdığını söylüyordu, ama tabi ki bu bir yalandı çünkü gemideki herkese tekrar tekrar bunu sormuştum...

"Güvercin Adam... Hiçbir zaman sana gerçek isminle seslenemeyecek miyim?"

Bu soru üzerine uzaklara dalan masmavi gözleri her zamanki gibi anlayamadığım garip ve yoğun bir duyguyla doluydu. Michael bunun deli olmasından kaynaklandığını söylüyordu hep, ama ona inanmıyordum... Güvercin Adam deli değildi, yalnızca bazı garip huyları vardı. Hem etrafında onu seven kimse yokken nasıl normal davranması beklenebilirdi ki?
Geminin kaptanı olan Jeffery, Güvercin Adamdan tam anlamıyla nefret ediyordu. Zaten onu gemiye para karşılığında almıştı. İşte bu yüzden gemideki herkes Güvercin Adam'a "çöp" gibi bakıyordu. Ben hariç tabi...

"Gerçek isim sahte isim diye bir şey yoktur Veronika..." dedi gözlerini bana çevirmeden. "Bir insanı nasıl çağırmak istiyorsan öyle çağırmalısın. Bu, senin için o kişinin gerçek ismidir. Mesela bak, herkese göre senin gerçek ismin Sarah. Ama bence senin adın Veronika olmalı."

"O zaman... Sana Oyuncak Adam diyebilir miyim?"

Bu sorum üzerine kısa ve içten bir kahkaha attı. "Ah tabi!"

Bunun onu mutlu ettiğini biliyordum. Çünkü Güvercin Adam, her zaman insanların onu Oyuncak Adam diye çağırmasını istemişti. Ama bunu birilerine söylerse insanların onunla dalga geçeceğini düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı...

Tekrar yüzüne baktım. Her zamanki gibi sıcacık gülümsüyordu. Sarı, yoluk yoluk saçları omzuna kadar geliyordu ve gülümsemesiyle birleşince tam bir... bir... Aslında bu şekilde neye benzediğinden emin değildim. Sonra birden kafasındaki kocaman tüylü şapkayı da yüzünün geri kalanıyla birleştirince bir kuklaya benzediğini fark ettim.

"Artık uyusan iyi olur Veronika." dedi bana doğru döndüğünde.
İsteksizce lambayı söndürüp Güvercin Adam'a -benim için artık Oyuncak Adam-  iyi geceler dedim. Neşeyle odamdan çıktı. Oysa yalnız kalacağı için çok üzgün olduğuna emindim... Yine odasında ölümüne kaç saniye kaldığını hesaplamaya çalışacaktı. Sonra hesaplayamayınca sinir krizine girip titreyecekti. Böyle olmasından nefret ediyordum. Güvercin Adam benim için çok değerliydi ve onu ölümden öylesine korkarken, delirmiş olarak düşünmek beni çok üzüyordu.

Ondan nefret eden kötü insanlar şimdi bu gemide güzel rüyalar görürken, Güvercin Adam böyle kabuslar yaşamasına sebep olacak ne yapmış olabilirdi ki?...

19 Mart 2010 Cuma

Fransızca

...

Bunların anlamını ikimiz de biliyoruz tamam mı?!

Neden ışıkları kapatmıyoruz? Bizi kimsenin görmesini istemiyorsun.

Böyle daha tehlikeli...

O şarkı söylerken dudaklarının hareketini hissedebiliyorum, ellerinin piyanonun tuşlarında gezinişini duyabiliyorum... Çünkü o bunu zorla aklıma kazıyor.

Sert bir çıkış, evet. Hızlı bir başlangıç. Çünkü bu ilk.

Sessiz bir piyano

Fransızca kırmızı

Gürültülü kırmızı

Piyano renginde ayakkabılar

Renk aksanı

...

Konular havada uçuşuyor yapraklar halinde.

Dur ve izle. Dur ve izle. Dur ve izle. Dur ve izle.

....

Konuşmam gerekmiyor. Bu yazı benim. Yalnızca nokta koyabilirim.

...
...
...
...
...
...
...

Keman zayıf bir kadın gibidir. Piyanonun da üstünde tepinirim, evet. Sağlıklı olmayabilirim. Bundan size ne ki?..

İsterim, kurarım, izlerim, noktalarımı koyar cümleler beklerim. Onlar söyler, ben atarım. Sonra açamam ağzımı yumamam gözümü. Gözlerim açık takarım kulaklığı, inleyerek şarkı söylerim. Sesim güzel değildir. Bağırarak bardak kırmışlığım vardır.

16. kez aynı şarkı, evet. Uğurlu sayım 13tü, 13ü geçtim. Şimdi sonsuza kadar şarkıyı dinlemeliyim ceza olarak...

Saat bağırıyor "bir oldum biir!" diye. Ölümüme kaç saniye var?..

Onun ölümüne kaç saniye var... Bıçağımı ona saplarsam ölümünü kaç saniye erkene taşırım..?

Bir olduum!! Biri dokuz geçiyorum! Bak bana lanet olası!!

Nokta tadında ayakkabılar

Kırmızı güzeldir.

13 Mart 2010 Cumartesi

Mürekkebin Kuruduğu Yer

Çok masum bir müzik sesi geliyor kulaklıktan. Fazla masum... Fazla sert bir dünyaya sıkışmış gibi...

Diyor ki...

Herşey değişecek. Herşey iyi olacak... Uyu, yalnızca uyu ve rüyalarınla bana hayat vermeye devam et.

Gözlerimi kapattığımda yanımda gördüğüm o masum çocuk aynada yok. Bu o kadar acıtıyor ki... O aynada olmayan çocuk için günümün yarısını ayırıyorum ben; işte bu da acıtıyor. Ve en sıcağı, en çok canımı yakanı da... O çocuk beni mutlu ediyor..
Sürekli değişen garip müzik beni bir ağlamaya, bir hırslanmaya itiyor sanki.  İçimde hâlâ "herşey iyi olacak" diye bir ses yankılanırken gözlerimi açık tutmak o kadar zor ki... Sadece rüyalarla yaşadığını bilip, uyanıkken bunu inkar etmek o kadar saçma ki...

Ayna ayna! Söyle bana, Stephen nerde?..

Herşey çok hızlı değişir. Onlara yetişemezsin. Hayallerin uyur, uyanırlar... Uyandıklarında onları aynadaki aksinde hissedersin. O zaman, gerçekten uyuduğun zamandır...

Kulağıma her gece ne  fısıldadığını biliyorum Stephen. Biliyorum işte... Beni kandıramayacaksın. Çünkü yarın sabah uyanmayacağım...

...

bucanımıyakıyorwinter-veağlıyoryüzündeyeniyaralarbeliriyorheryerimahvoluyorparçalanıyorrüzgaradönüşüyoryapraklarlabirliktesürükleniyoronuböyle görmekwinterimutluediyorçünküokendisiiçindökülengözyaşlarıylauyuyor-lanetolsunkimseylekonuşamıyorumkimseyihissedemiyorumyalnızcasenyalnızcaseniduyabiliyorumvesenkulaklarımapamuktıkıyorsun beniyokediyorsunwinter...ölüyorum...anlaartık...herşeybitti...

alaycıvehırslınotalargibisinstephenkulağımdaniçerizorlagiripbenibenliğimdençıkarıyorsunbedenimiyokediyorsunherşeyimi"sen"yapıyorsunbuhoşumagidiyorçünküperilerkadarmasumseninsesin-gülümsüyoryanağındanaşağıbirküçükdamlasüzülüyorherşeyiduyabiliyorveduymamakiçinkulaklarınıkapatmayayelteniyoramastephenizinvermiyorçünküacılarıdamutluluklarıdabirliktehissetmeleriniistiyoramabazışeylerwinterinkaldıramayacağıkadarağırvestephenbununfarkındadeğil-

Merak ediyorum da... Yazıları karmaşılaştıran ben miyim yoksa herşey zaten karmaşık mı?..

9 Mart 2010 Salı

Kardanadam

Aynaya baktı Michael. Sol gözü o kadar şişmiş ve acıyordu ki açamıyordu. Burnundan dudağına doğru yavaşça akan kanı defalarca ve defalarca yaptığı gibi yine elindeki kalın beze sildi. Gözyaşları şişmiş olan sol gözünde birikip onu rahatsız ediyordu.
Kapının dışarıdan kilitlendiğini duydu.
"Dışarı çıkıyorum Michael! Saçma sapan bir şeye kalkışma!" diye kükredi babası. O sırada kapıyı babasının üzerine yıkacak kadar güçlü olmak için dua ediyordu kendi özel Tanrısı'na. Bir gün yapacaktı, bir gün yüzünün, annesinin ve ondan geriye kalanların intikamını alacaktı. Annesinden ne kalmıştı ki sahi? Az önce babasının kırdığı bir keman, ve yatağının altında sakladığı bir fotoğraf...

Kemanın kırılmasına çok üzülmüştü Michael. Bir kemanı daha vardı, ama o bunun kadar özel değildi. Bu kırık kemanı eskiden annesi çalıyordu... Aslında Michael'e göre kırılmadan önce de çalıyordu annesi onu; ama Michael'ın bedeninden... Ne zaman kemanı eline alsa pembe ışıklar uçuşurdu gözünün önünde. O masum duyguyu pembeden başka bir şey tanımlayamazdı... Şimdi?.. Artık kırık parçalara dokunduğunda acı çeken bir maviden başka bir şey yoktu...

Dolabını açtı ve eski, delinmiş, simsiyah keman kutusunu çıkardı. Dolapta akordu bozuluyordu hep, ama babasının alıp kırmasından daha iyiydi.

Birkaç bozuk sesten sonra, herşeyin kusursuz olduğuna inandığında gözlerini kapattı ve çalmaya başladı. Annesinin ona uyurken söylediği bir şarkıydı bu. Aslında doğru notalar olduğundan emin değildi, sadece aklındaki o buğulu melodiye benzeyen sesler çıkartmaya çalışıyordu kemandan. Elini her oynatışında bileğindeki morlukları hissedebiliyordu. Kendine engel olamıyordu, sinirlenmemek mümkün değildi. Annesi hep "kar kadar saf bir yüzü" olduğunu söylerdi Michael'a. Ve o lanet olası adam... O adam Michael'in güzelim yüzünü mahvetmişti!!
Hıçkırıklara boğulurken kemanı daha sert ve hızlı çalmaya başladı. Yayı sağlam tutamadığı için çok zayıf ve titrek sesler çıkıyordu. En sonunda elinden kemanı bıraktı ve tekrar aynanın başına gitti. O "saf yüze" baktı. Şimdi kar tanesine benzeyen bir yanı yoktu. Siyah, uzun saçları o kadar karışmıştı ki düz oldukları anlaşılmıyordu. Ve suratı tam anlamıyla "mor"du. Zaten tek gözü de mide bulandırıcı derecede kötü görünüyordu.
Kendini yere attı. Hıçkırıkları onu boğacak gibiydi, ama zaten boğulup ölmek ve annesinin yanına gitmekten başka isteği yoktu.

7 Mart 2010 Pazar

Bağlantılı Deneyimler

Dümdüz bir gün... Bir doğru parçası gibi. Adından belli zaten... Pa-zar. En azından benim için...

Yarın da dümdüz, sonra üçgen... Sa-lı. Pembe gibi, pembe üç gibi, üç üçgen gibi, üçgen salı gibi, ya da salı üçgen gibi... Lanet olsun kimin umurunda. Çar-şam-ba. Kare... Mavi... Dört... Per-şem-be. Altıgen... Mor... Altı... Cu-ma. Beşgen... Kırmızı... Beş... Cu-mar-te-si. Dikdörtgen... Turuncu... Sekiz...

117. kez What Sarah Said şarkısı çalmaya başlıyor kulaklığımda. Turkuaz gibi... Deniz kokusu gibi... Dört ya da iki gibi...

İçimde bir yerlerde renkli ışıklar var. Onları dışarı çıkarmak için çabalarken...

Far Far... Ne güzel bir şarkı. Pamuk şekere ve üçe benziyor, ama dikdörtgen.

...herşey birbirine bağlanıyor sanki. Korkucesaretölümyaşamhüzünsevinçrenklerkokular...

Kitaplardan kopya çektiğim çok mu belli diye düşünmekten alamıyorum kendimi... Ama duygularımı sıralamanın en iyi yolu bu şuan. Kendimi esrarengiz bir çantanın kilidini açıyormuşum gibi hissediyorum... Neyin kilidini açıyorum gerçekte?..

Bacaklarım uyuştu sanki...

Deja vu. Bu gün kaçıncı kez oldu bu his?

Kimbilir... Belki on bin kez...

Üç noktaları seviyorum. Çünkü yazının sürekli devamının geleceğini söylüyorlar... hatta bittiğinde bile. Bu şekilde sanki sonsuza kadar yaşayacakmışım gibi hissediyorum...

Yaşamayacaksın. Ama bu önemli değil... Önemli olan şu an ne hissettiğin, ve şu an ölü değilsin; yazı devam ediyor.

Hayır, bitti. Kalemi şimdilik bırakıyorum... Dinleneceğim.

Ama ben bırakmıyorum. Uyumaya ihtiyacım yok. Yemek yemeğe de... Üç noktalarımla dolu eserlerim var, ben ölsem de onlar yazacak tarihimi... Gecenin karanlığı bile susturamayacak sesimi.  Yüksek canavarlarla çevrildi etrafım, ama yılmadım. Hayallerimi solduramaz hiçbir gölge... Karanlığa boğamaz beni. İleriye bakmak yeterlidir ölmemek için, çünkü her gölgenin önünde bir ışık demeti vardır...

Şekillerde kayboldum sanki...

4 Mart 2010 Perşembe

Renkli Kulaklıklar...

Yağmur... Ne kadar güzel vuruyor camlara, renkler fırlatıyor her yere. Onlar göremezler tabi bu renkleri... Neyse, onlar kimin umurunda ki? Sıcacık çayım elimde, sarı hırkam ve mor eteğim üzerimde... Çayımdan aldığım her yudum ağzımı rengarenk boyuyor sanki.
Çay bitti, dolaşmak için güzel bir zaman. Küçük kızlar koşuşturuyorlar, ellerinde soluk renkli balonlar... Çığlıklarının balonlardan daha renkli olduğunu fark etmiyorlar sanki. Şehir çok telaşlı, durup etrafı izleyen tek kişi benim sanki. Şemsiyemdeki pembe çiçeklere benzeyen bir sürü çiçek var burda. Onlarda şemsiyemdekiler gibi damla damla ıslanıp boyanıyorlar... Heryer rengarenk. Gökgürültüleriyle boyanıyor gökyüzü. Şehirlilerin siyah giysileri telefonlarıyla konuşurken gökkuşağına dönüşüyor. Islanmadıklarını sanıyorlar... Ne kadar garip bir yer burası.
Çizmelerim ne kadar güzel, üzerlerinde kelebekler var. Onların fotoğraflarını çekmek isterdim, ama makinem yok. Kırmızı eldivenlerim ve yeşil şapkam... İnsanlar onları ve diğer renkli şeyleri neden sevmiyorlar acaba?
Kızın sesi ne kadar güzel bir renge boyuyor havayı. Üzerinde parlak küçük parlak noktalar olan kırmızı, yeşil, mavi ve sarı dalgalar saçılıyor etrafa şarkının her sözünde.  Bu görüntü büyüleyici... İnsan nasıl böylesine parlak şeyleri göremez ki?..

3 Mart 2010 Çarşamba

Yeşil Oda

Canım sıkkın... Neden bilmiyorum. Odam çok boş gözüktü gözüme. Ne eksik ki? Ben mi?...

Turuncu neşelendiren bir renkti hani? Neşeli değilim, hem de dolabımı turuncuya boyadığım halde...

Ne kaybettiğimi şimdi anlıyorum... Şimdi ağlıyorum. Çünkü bundan sonra kimse beni görmeyecek, kimse o merak ettiğim şarkının adını bana söyleyemeyecek.

Nasıl yani? Rüya değil miydi hepsi?...

...

Elimi kesmem önemli değil. Kimse beni göremiyor.

Yarın tekrar uyanacak mıyım? Beni korkutan ve gözyaşlarımın gözümde birikip düşememesini sağlayan o düşünce bu işte... Yarın duracak mı herşey?...

Dünya adil değil... İhtiyacım olan kadar sevgi yok burda. Varsa da hiç haketmeyen insanlar almış...  Hiç hayalimdeki kadarını bulamayacağım...

Saat 23:34.... Sayılarının arasında hiçbir orantı bulamıyorum şu an. Hmm mesela... 4 2nin 2 katı ama o üçe uymuyor.. olsun, uymasın. Hiç uğraşacak havada değilim...

Kendimi kandırmak ters tepebiliyormuş... Tek yeterli olan yavaş bir müzikmiş...  Kırpık bundan sonra benim olacakmış... Bütün eşyalar benim olacakmış...

Biliyor musunuz... Şimdi eşyaları istemiyorum.

Yazıyı bitirmeye niyetim yok... Peki hangi ara uyuyacağım? Müzik beni bırakmıyor...

Şarkının sözlerini anlamıyorum... Ama bence şu an "seni kaybettiğimden beri herşey garip" diyor... Aslında sözlerin ne dediğine de bakmıyorum... Arkada çalan gitar ve piyanonun ne dediğini de duyuyorum. "Yazı yaz" diyorlar. "Duvarları boya... git bağır!" Ama şarkı söyleyen adam onları duymuyor ki... Oturmuş sigarasını içiyor. Kendine isyan ediyor.

Ve şarkı bitiyor.. Noktalar bitiyor sanki.. Sigarası bitiyor adamın. Notalar yok oluyor. Herşey kağıtlar halinde havada uçuşuyor... Bunların hepsini şarkının bitmesinden sonraki sessizlik söylüyor, onu dinlediğimi biliyor..

O yeşil oda... Nerdesin?