28 Ekim 2010 Perşembe

Uçurtmalar

Sessizce oturup izlemeye devam etti karlı, kalabalık geceyi. Apayrı dünyalar, binlerce farklı hayat kesişiyordu parlak caddelerde... Binlerce ayrı yıldızın ışığının birbirine karışması gibi, tüm duygular iç içe girmişti.
Rahatsız edici uğultudan kurtulmak için kulaklıklarını takıp müziğin sesini tahammül edebileceği kadar açtı. Gözlerini kapattı. Bazen karanlık, rengarenk ışıklardan bile daha güzeldi onun için. İstediği dünyaları yaratma imkanı veriyordu ona... Kelimelerin akışını izleme imkanı veriyordu. Güzel olan karanlık değil, karanlığı istediği gibi aydınlatabilmesiydi aslında.
"Hiç karanlığı gerçekten gördün mü sen?" şarkı kulağına yumuşacık bir sesle fısıldarken adeta tüm harfleri hissetti ellerinde. Tüm adımları, tüm insanları...  Zamanı hissetti omuzlarında. Kaldırılması mümkün olmayan bir ağırlık gibi.
"Uçuşan yapraklar asılı kaldı havada... Yazılan sözler yarım kaldı hep..."  Neden sadece şarkı sözlerinde olurdu ki zamanı kaldırabilecek güç? Git gide daha da ağır geliyordu her şey... Omuzlarındaki ağırlığı ikiye katlıyordu kar tanelerinin düşmeye devam edişi... Durduramıyordu bunu da, yanaklarından aşağı süzülen yaşları durduramadığı gibi. Bir saniyeliğine donmuş bir dünyayı tadabilmek isterdi gerçekten de... Her şeyden çok.
"Titriyordu ellerin, düşürmekten korkarcasına bir şeyleri... "
Avuçlarında ne olduğunu düşündü bir süre. Bomboş avuçlarında kimin elleri olmuştu ki düşürmekten korkabileceği? Gözlerini açtı. Kar taneleri nefesinin sıcacık dumanında eriyordu usulca. Eldivenlerini çıkarıp bembeyaz tanelerin avuçlarına konmasına izin verdi.
"Kimse bize bir hayat vermiyor... Biz onu zor yoldan kazanıyoruz..." Düşünceler akıp gidiyordu ruhundan, ama onları dinlemek istemedi. Sadece ellerindeki soğuk, ama bir o kadar da güzel hisse ve binlerce rengarenk, muhteşem ışığa odaklandı... Tüm o gülümseyen insanlara...
Yüzünde silik bir tebessüm belirdi onun da. Bu harika manzaranın önünde mutsuz olmak delilikti. Eve gidince kapıyı açacak kimse yoktu belki, ama eve gitmesine gerek de yoktu... Onu bekleyen kimse yoktu ya. Yalnızca ışıkları izleyerek oturabilirdi aynı bankta.
Tuhaf uğultuda kaybolmak için kulaklıklarını çıkardı bir daha takmamak üzere. Rahatsız edici gelmiyordu şimdi, aksine heyecan vericiydi... Bir uçurtmayı uçururken içine dolan sıcaklığı hissetti birden. Burada özgürdü... Uçurtması gibi uçabileceğine inanan bir çocuk kadar hem de.

22 Ekim 2010 Cuma

Aynanın Arkasında

Kar yağmış yıldızların üstüne...
Buz kesmiş ışıkları benim üstümde.
Boş evin camında anlık bir parıltı beliriyor sanki... Heyecanla kapıyı çalıyorum.
Kimse açmıyor... Ne bekliyordum ki?
Belki kırmızı bir mum, uzun süredir unutulmuş olan...
Herhangi bir yerde, herhangi birinin ateşinin ışığını saçan geceye.
Titreyen gölgelerle seslenen etrafa, "Ben hâlâ yaşıyorum..." diye.
Erimesine aldırmadan minicik umutlar biriktiren ısınınca yüreği.
Bir şekilde "Ben hâlâ ölüyorum..." demiyormuş gibi...

12 Ekim 2010 Salı

Üç Gümüş Yaprak

 Jonathan otuz dört yılının tek kelimelik özetini düşünürken Deja derin bir nefes aldı.
"İlk iki gümüş yaprak hepimize gönderildi. Üçüncüsünün de çok yakında geleceğine eminim... Öleceğiz, Jonathan."
"Bunu biliyorum..."
Jonathan'ın beklediğinin aksine, Deja'nın yüzünde öfkeli bir ifade belirmişti. Bağırmak için doğru kelimeleri aradığını hissedilebiliyordu.
"Biliyor musun? Gerçekten mi? Peki niye hâlâ gelecek için planlar kuruyorsun?!"
Cevap vermeye gerek bile yoktu... Jonathan arkasını dönüp gitti. Bazen her şey inanılamayacak kadar basit oluveriyordu. Deja'nın yapayalnız ölmesine izin vermek, onu sonsuza gömüp yok etmek o kadar kolaydı ki...
"Ben birilerini bu kadar kolay silebiliyorsam, birileri de beni bu kadar kolay silebilir mi?.."
Endişe ve korku, duvarda yavaşça yayılan çatlaklar gibi ilerlemeye başlamıştı. Neden bu kadar önemliydi ki nasıl öldüğün?.. Neden önemliydi yalnız olmamak?
Jonathan bir saniyeliğine her şeyin donduğunu hissetti. Sonra o his yok oldu, ama garip bir şeyler vardı...
"Yukarı bak."
Fısıltı daha Jonathan gerçek olup olmadığını anlayamadan gitti. Tedirgince gözlerini gökyüzüne çevirince gördü... Parlak, gümüş rengi yaprak zarifçe süzülerek Jonathan'ın omuzuna kondu. Üçüncü yaprak gelmişti... Yolun sonu gelmişti. Yaprağı yere attı.

"Jonathan!" Steve'in sesi çok yakından geliyordu.
"S-steve... Neden geldin?" Jonathan sesinin neden titrediğinden emin değildi... Soğuktan mıydı, yoksa korku muydu ürpermesinin sebebi...
"Deja çok karamsar... Umut var. Hep var. Hâlâ ölüm kesin değil ki... Üçüncü yaprak hâlâ gelmedi."
Jonathan kederle gülümsedi. Steve'in umudunu kıramazdı, kırmamalıydı.... Onu hep koruyan kişi olarak, son ana kadar umutlu, mutlu olmak en büyük hakkıydı
"Steve... Umut var, hep olacak..." Jonathan düşünmek için biraz durdu. Onu en çok üzecek şey, kimsenin elinden tutmaması olurdu ölecekken... Yapayalnız kalmak...
"Deja'nın yanına git Steve. Çok korkuyor... Ona yardım et."
"Sen gelmeyecek misin?"
Steve'e doğru dönüp hafifçe gülümsedi Jonathan. "Geleceğim..." Son nefesinin bembeyaz buharı gökyüzüne yükselirken, tek hissettiği şey huzurdu.

Parmak Uçlarında

Gecenin bu saatinde kim bu kış şehrinde yapayalnız ayakta durmak ister ki?..
"Ben..." diye düşündü Jamie.
Herkes yabancı, soğuk evlerde ölmüş...
Birinin "Orda mısın?" demesi için yalvarıyordu sanki yürekleri.
"Orda mısın?" dediğinde cevap vermeyen birine bile sahip olamamıştı Jamie.
Onun sevdiği şehirdi bu. Kimsenin kirletmediği şehir... 
Kimsenin onu görmediği şehirdi onun sevdiği. 
Geceyi yeni yeni keşfediyordu sanki.
Hiçbir şey bilmeyen küçük bir çocuk gibi...
Ellerini gezdirdi bomboş banklarda.
Ellerini gezdirdi herkesin gözlerinden uzak lambalarda...
"Keşke"ler gezindi saçlarında, ılık bir rüzgar gibi.
Tek çare yeniden başlamaktı, yine.
Yapacaktı... İzin verse karanlık,
Unutacaktı geldiği yeri...
Ama gölgesiyle birlikte
Jamie peşinden sürüklemişti hüzünleri.
Sessizliği bozmamak için içine attı hepsini.
"Orda mısın?"
Sessizliği bozmamak için cevaplamadı yabancı sesi.
Yalnızca yürüyüp gitti parmak uçlarında...

7 Ekim 2010 Perşembe

Şimdi

Bomboş, renksiz bir dünyada kaderimle saklambaç oynamaktan daha delice ne olabilir?...
Tüm evler terk edilmiş. Yollar yeni adımlar için yalvarıyor.
Duvarlara simsiyah yazılmış anlamsız cümleler;


Ben olsam geri dönerdim.
Birkaç adım daha atarsan pişman olacaksın.

Görmezden gelmeye alıştım ben. Başkalarının umutsuzluğu benim sorunum değil...
Minicik parıltılarla dolu, terk edilmiş bir oyuncak dükkanı. Kapıyı açabilmek isterdim... Kilitli.


Hadi, bomboş bir dünyada hayali arkadaşlarınla oynamaya devam et.


Kurumuş dallarıyla, yaşlı bir ağaç. Ona yardım edebilseydim... Daha erken gelebilseydim...

Hepsi senin suçun. Öyle olmasa bile herkes öyle sanıyor.
Burda keşfedilecek yeni şeyler yok... Git ve uyu.


Pişman olmak çözüm değil... Yazılanları silemezsin, yalnızca yanlarına yenilerini yazabilirsin.

İnsanlar kalemleri yok etti.
Kimse daha fazla yazı yazılmasını istemiyor.
Tüm bu umutsuz yazılar senin yüzünden var.


Köşede bir yerde mutlaka bir kalem olmalı... Gitmeden önce en azından bir tane saklamış olmalıyım.
Çok tanıdık bir tarçın kokusu. Eski evime yaklaştım.

Hemen, şimdi geri dönebilirsin. Bu boş dünyayı kendi haline bırak.
Artık burda kimse seni beklemiyor. Kimse sevmiyor.


Odam örümcek ağlarıyla kaplanmış olsa da benim odam. Lacivert, küçük bir boya kalemi... Bu işimi görür. Yazmaya hemen başlamalıyım.

Bizim kusursuz düzenimizi bozdun.


Yazmak yerine düzeltmek daha doğru olabilir...

Bizim kusursuz sıkıcı düzenimizi bozdun. Teşekkür ederiz.
Duygular yalnızca insanı zayıflatır aydınlatır. Gerisi insana kalmıştır.


Bu evlerde hayat vardı...
Peki şimdi herkes nerde?

Umut, eninde sonunda sönecek sönmesi imkansız olan bir ışıktır.
İnançlar, görülemeyecek kadar küçük ve değersiz şeylerdir. Buna rağmen, dünyayı tek bir dokunuşlarıyla değiştirebilecek kadar değerli ve güçlüdürler.


Belki de burayı kendi haline bırakmam gerekiyordur...
Belki de buradaki insanlar böyle bir dünyayı hak ediyordur.
Belki düzeltmek kötü bir fikirdir, yazmam gerekiyordur...

Yanıtlar hep oradadır, yalnızca soruyu duyana kadar saklandıkları yerden çıkmazlar.


Hiçbir şey bilmiyorum sanırım... Hem bu dünyayla ilgili, hem de kendimle ilgili.

Bir şeyler öğrenmenin tek yolu, bir şeyler "yaşamaktır".

Şimdi, gitmek için en uygun zaman...

Sessiz

Dünyanı esir alan fırtınanın ortasında...
Şimdi ne yapacaksın?
Herkes gidiyor. Kimse arkasına bakmıyor... Kimse bakamıyor.
Acele, telaş, kargaşa...
Hatırlanacak mısın?
Üstünü örten sessizliğin arasında...
Unutulacak mısın sen?
Yoksa yalnızca sen değil,
Tüm hayatın mı olacak sayfalardan silinenler?..
Herkes yürüyor. Kimse ayak izini bırakamıyor... Kimse bırakmıyor.
Kimse umursamıyor.
Unutacak mısın sen de?
Düşen her yıldıza göz yumarak,
Hayatın her karesini silip atacak mısın ruhundan
Yalnızca "hafif" olmak için...
Yok olacak mısın sen?
Körü körüne inanacak mısın öleceğine?..

...

Buz

Ayın gözlerine bakıp, güneşi beklemekti yaptığım.
Yaptığım, yalnızca bulutlara "çekilin!" demekti küçücük bedenimle.
Yaşamak için tek bir günü olan kelebeğin zarif çırpınışlarıydı gözümün önünden akanlar.
"Bitti..." dedim.
O bomboş, soğuk yatakta...
"Ben burdayken bitemez."
Çok derinlere gömülüydü sanki sesin.
Öyle bir ışık yandı ki kapının ardında...
Cennetin saklı köşelerinden düşen bir tüy parçası gibi süzülerek gittim ışığa doğru.
"Dokunamam..." dedim.
O bomboş, soğuk rüyada.
"Ben burdayken ateş bile soğuktur."
Çok yakındı sanki sesin...
Kulağımın yanında. Kanatlarımın arkasında.
Gölgemde saklı belki... İçime üflenen sıcacık bir nefes gibi.
"Üşüyorum..." dedim. "Öleceğim."
Git gide daha da derine düşüyordum kendi gözlerimin arkasında.
"Hayat soğuk... Ama ölemezsin."
Karanlık bir denizin ortasında birden duyulan güvenilir, ılık bir kelime gibi...
Neden bu kadar soğuktu her şey?...
Neden kıpkırmızı ateş bile eritemiyordu buz tutmuş ümitlerimi?

...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Güçlü ve Sakin

Güçlü ve sakin olmayı Jack öldüğünde öğrendim.
Kanı, bembeyaz karı kırmızıya boyamıştı. O soğuk gecenin ortasında öylece, bomboş bir bakışla yatıyordu yerde... Gülümsediğini gördüm, dudaklarını oynattığını gördüm... Hâlâ orada olduğunu gördüm. Oysa yalnızca görmek istediklerime bakıyordum o an.
Yanımda küçücük bir kızla kalakalmıştım, karlardan bile daha saf olan... Yavaşça yere oturdu. Elini düşürdüğü bembeyaz güllerin üzerinde gezdirdi. Kar gibi, onlar da kırmızıya boyanmıştı. Titreyen elleriyle gülleri dudaklarına değdirdi usulca. Ağlamadı, ağlayamadı belki. Ama fısıldayarak Jack'i çağırması acı dolu çığlıklardan daha beterdi.
"Jack?"
...
"Jack... Orada olduğunu biliyorum..."

Güçlü ve sakin olmayı Jack bana cevap vermediğinde öğrendim...
Fısıltılar haykırışlardan da öteye geçmişti. O kız ağlamıyordu... Ama umut dolu gülümsemesi her şeyden daha çok yakıyordu canımı. Burnundan sıcacık bir buhar yükseliyordu görünmeyen yıldızlara, Jack'in yanına... Konuşmak isteyip de yapamayan bir melodi gibi, gözlerini kapattı küçük kız, yavaşça dudaklarını araladı... Hiçbir şey söylemeden, öylece durup bekledi tanrıdan bir işaret beklercesine. Hiçbir şeyin adil olmadığını anladı o zaman...
Hiçbir işaret yoktu.
Tek bir soluk bile...

Güçlü ve sakin olmayı nefesim kesildiğinde öğrendim.
Kahkahaları yırtan bir gürültü duyuldu... Anlam veremeden etrafıma baktım... Sonra yerde yatıyordum. Adımlarımın karda yarattığı küçücük oyuklar ılık kanla dolmuştu. Gökyüzüne baktım, kar tanelerinin doğduğu yere. Sanki saniyelerimdi düşenler...
Ve son kar tanesi dokundu buz gibi zemine Sessiz, çok sessiz bir çığlık duyuldu.

"Jack?.."