18 Haziran 2011 Cumartesi

"Bazen" Üzerine

Yağmur, diye düşündüm, kemiriyor insanların ruhlarını bedenlerinin içinde. Hatta kan olmalı bu yere damlayanlar... Görünmeyen ruhların şeffaf kan damlaları; çok mantıklı gelmişti kulağıma. Parıltılı olması gibiydi ayın gülümsemesinin. Yakamoz kadar doğaldı şeffaf damlalar. Ama, dokunabildiğim, hissedebildiğim için midir bilmem, hep büyülemişlerdi beni. Soluk renkli binaların katı yüzeyleriyle bir olurlardı gündüzleri, geceleri sokak lambalarının ışıkları dans eder üzerlerinde, biraz olsun renk katarlardı gri dünyama. Aysa kendini beğenmiş, zengin biri gibi... Işığının her bir tutamını sakınırdı bulutlu dünyalara sıkışmış, zavallı insanlardan. Kim bilir, belki bu yüzdendi yağmura olan aşkım.
Yamuk, ıslak kaldırım taşlarında takırdayarak beni takip eden bavulumdan rahatsızlık duydum birden. Sonsuz adım vardı daha önümde, takırdayarak geçilecek sonsuz kaldırım taşı, tanıştığım her yeni şeyle ağırlaşan bir bavulla... İnsanların ağırlığıyla eskiyen bir bavul, onların ayak seslerini taklit etmeye çalışan. Ne kadar ağır olabilirdi ki en fazla, merak etmiştim. Sonsuz bir yolda, ne kadar büyük olabilirdi ki bir insanın aştığı yol? Ne kadar ileri gidebilirdi herkes birer bazen olmaktan? Ne kadar, diye düşündüm, ne kadar ağır, ne kadar önemli olabilirdi bir "bazen"?

10 Haziran 2011 Cuma

Bir Nefes

Korkuları her geçen saniyeyle, her karanlık geceyle büyüyor insanın... Bir noktada bedenine sığmıyor artık, dışarı, hayata taşıyor. Altındaki yola akıyor yavaşça, bazen damarı kesilmiş gibi, gökyüzüne kadar ulaşıyor o damlalar. Gökyüzüne bakıyor; güneşin önünde kabuslar... Her şeyin, herkesin ortasında kalakalmış o an; insanlar geçip gidiyor, vızır vızır arabaların ışıkları, ama o elini bile kaldırmaktan aciz... Yıldızlar düşüyor, sonsuz karanlığa bırakıyorlar kendini...
Baksana, yıldızlar!
Dur diyemiyor, bir dilek bile tutamıyor insan. Zaten anlam veremiyor o an dilek tutmaya, geçmişte tüm hayallerini adadığı yıldızlar kayıp giderken ellerinin arasından.
Geçmişte...
Evet, geçmişte.
Hayallerini neye adıyordu ki son zamanlarda?
Cevaplayamıyor bazı soruları. Cevaplar yoksa sorular niye var ki? Bilmiyor, birden, hiçbir şey bilmediğini öğreniyor insan... Hiçbir şeyi biriktir(e)mediğini görüyor ceplerinde. Peki,  bir geçmişi oldu mu ki, eğer şimdide izleri görünmüyorsa?
Yavaş yavaş, ilk sayfasından yakılmaya başlanan bir kitapta buluyor kendini. Üstünden geçtiği, ayak izleriyle boyadığı kelimeler yok olmuş arkasında... Yürümek zorunda sürekli, boşluğun hafifliğini taşımak zorunda son sayfaya kadar.
Ölmek zorunda insan. Ve ateş böcekleriyle sonlanmalı hayatı, yakılan kitaplar, yakılan sayfalar gibi... Işık kadar görkemli olmak zorunda yitip gitmesi. Hayallerini adadığı her yıldız düşmeli ona saygı duyarak, bir tek onun ışığı parıldamalı gökyüzünde. İşte bu yüzden, herkes ağlamalı kayan yıldızları gördüğünde, dilek tutmak yerine.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Sahne

Parlak ışıklar gözlerimi acıtıyor.
Önümde olması gereken meraklı yüzlerin yerinde karanlık bir boşluk... Sahneyi seviyorum; tüm kuralları yıkıyor, kendi gerçekliğini yaratıyor; yüzüme vuran ışığı, seyircileri örten karanlığa çevirebiliyor. İçinde kilitli kaldığım bu kafesi, bedenimi, yönetme gücü veriyor bana... Bu yüzden ya; dünya, gözlerde bir sahne olduğunda anahtarlara gerek kalmıyor.



1 Mayıs 2011 Pazar

Tak Tak! (2)

Kapım kilitlidir, gidin.
Yeminlerle çevrilidir kolu, benim nasırlı ellerim bile yanaşamaz.
Sonsuz uykulara dalmış bedenler yığılıdır arkasında
En ısrarcı "tak taklar" bile sessizliğini aşamaz.
Ama işe yaramazdır simsiyah yüzeyi,
Işığı saklar, karanlığa karşı koyamaz.
Gözlerime benzer deliği,
Acısının ortasında tanıdık simalara bakamaz.
Kapım kilitlidir,
Ama kapkara melekler başından ayrılmaz,
Bilir onlar,
Kapım kilitlidir, evet;
Ama anahtar şuracıkta, şişenin dibindedir.
Yine de kapım kilitlidir eşe dosta, gidin.

19 Nisan 2011 Salı

Şizofreni

Her nefes alışı beni öldürüyor.
Her derin soluğunda vücuduna adım adım yayılan ılık, saf, temiz hava olduğumu hayal etmekten kendimi alamıyorum.
Binlerce farklı tende dolanmanın yorgunluğu, bacaklarımı ağırlaştıracak kadar gerçekçi. Gecenin soğuğundan onun vücuduna doğru çekilişim, parmaklarımla ürkek bir biçimde kalbine doğru gidişim… Kirli hayallerin bembeyaz anılarıma karşı açtığı savaşın gürültüsü kalbimden dışarı akmanın yolunu arıyor. Delilikle savaştığımı hissediyorum. Pes ediyor bacaklarım, incecik bedenim yere yığılıyor. Ama hayallerim tüm pisliğiyle ayakta.
Sıcacık, berrak, aydınlık… Kalbini bırakmak istemiyorum. Tüm gücümle sarılıyorum, ama her güzel şeyin sonu var derler ya… Öyle bir şey...
Karmakarışık yollarda yürüyorum, hayır, sürükleniyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Bildiğim tek şey… O’yum; aynalardaki tüm “ben”ler yok oluyor. Gördüğüm beden onunki.
Yumuşacık sandığım teni unutulmuş yanlarını gösteriyor bana; zamanın darbeleriyle çatlamış, acımasız duvarlar...
Dudaklarının aralandığını görüyorum karanlıkta. İçeri sızan ışık gözlerimi acıtıyor. Bir tutam saç, aralanmış dudaklarının önünde sallanıyor. “Ben”i geri istiyorum, saçını nazikçe kulağının arkasına götürebilecek olan “ben”i... Yalnızca saçlarına dokunmak istiyorum ben. Ama “Hayır.” diyor, beni önündeki mumun ateşine atmak istiyor.
...
Her nefes alışı beni öldürüyor.

4 Nisan 2011 Pazartesi

Taç

Bilmezdi ki taçları süsleyen çiçekler,
Siyah eldivenli, soğuk ellere alışkınlardı.
Konuldukları her yeri mezar zanneder,
Başında durdukları herkesin adını
"Yalnızlık" koyarlardı.

15 Mart 2011 Salı

Kızıl Melek

Esen rüzgarı kızıla boyayan saçlarını izledi bir süre. Karşısındaki adama, hayır, çocuğa, kilitlenmiş gözlerindeki acıma duygusunun gözlük camlarından dışarı çıkamayacağını bilmek onu rahatlatıyordu.
Gözlüğü... 
Gözlerinin muhteşem yeşilinin ardında zincirli kaldığı, buz gibi, sert gözlüğü. Tek yönlüydü bu gözlük, hayatın en pis detaylarının gözlerine saldırmasına izin verir, gözlerindeki umut ışığını içeride tutup gecesini aydınlatmasına engel olurdu. Her şeye rağmen... Yine de güzeldi içinde bir yangın çıkınca onu örtebilmek. 
Bir şeylere sığınmaya çalışmıştı eskiden. Olmamıştı, yapamamıştı. Tırmanmaktan yorgun düşmüş, yeni bir yol aramıştı. Birkaç yudumla gerçekleri bulandırmaktansa, dünyayı tüm çıplaklığıyla görüp bir açık aramayı seçmişti sonunda. Tanrının zayıf noktasını bulup, meydan okumaya karar vermişti göklerden düştüğünde.
Düşmüştü bulutların üstünden, yalnızca bir gözlüğü var diye...

25 Şubat 2011 Cuma

Karanlık Bir Ben

...Soğuk nefesin ensemde parçalanır, çoğalır, dağılır. Arkamda, nabzını hissettiğim gölgem... Git gide yükselen güneşle, kara parmakların boynuma yanaşır.
"Gitme."
Ağlamaklı sesin gök gürültüsüyle titriyor.
"Gitme!"
Boynuma dolanan parmakların, dikenli sarmaşıkları andırır... 
"Hayalleri mi bırakacaksın böyle yıkık dökük, arkanda? Gitme..."
Dikenlerin ruhuma saplandıkça yok olur duyguları ayıran soğuk tenler. Şimdi sadece ben ve gölgem...
Umut ve keder.
Yalnızca birbirlerinin aynaları...
"Gözlerime bak! Bak ve gör! Sen değil oradaki; karanlık bir ben."
Görüyorum; küçücük bir ışıltıya kısılmış karanlık bir figür. Kapana kısılmış... Kendi kendini tutsak ediyor gözlerine. Mutlu...
Korkarsın yine de, güvenemezsin kimseye. Seninle kalmaya yeminli olsa bile...
"Gitme."



11 Şubat 2011 Cuma

Madame Red

Kırmızı... Her yer kırmızı.
Gözünün önündeki ışık uzaklaşıyor git gide. Gülümse, korkmanın zamanı değil. Çok yakışıyor gölgeler yüzüne.
En sevdiğin hâlâ burada, hiç peşini bırakmadı. Bak;
Kırmızı... Her yer kırmızı.
Tüm hüznünü, kederini, öfkeni... Bırak her şeyini, uçup gitsin hepsi... Çünkü bitti. İzin ver tutam tutam düşsün elime hatıraların; ipek, kızıl saçların gibi.
İşte, böyle bir yer son durak; her yeni solukta başka bir kişi terk eder burada geçmişini. Bir kişi gözlerini yumar, bir film daha yanar...
Yorma kendini, sadece izle. Ben seni sonra taşırım soğuk yatağına. Oradasın, bak. Uğurun da orada;
Kırmızı... Her yer kırmızı.
Gören, elindeki gülleri dudaklarınla boyamışsın sanıyor.
Daha bilmiyorsun hiçbir şeyi, bu lanetli sevgilinin nelere tanıklık edeceğini... Duvardaki aynada görüyorsun kendini;
Kırmızı... Her yer kırmızı.
Ama güzel, her şeye rağmen.
Asil birisi karşındaki; sonuna kadar insana sabırla yoldaşlık eden ka-dı-n gibi. Yürürken topuklarının sesi salonda yankılanıyor.  Herkesin aklında aynı soru; Kim bu?
Kırmızı.
Her yer kıpkırmızı.
Aynadaki ka-dı-n... Ne karşısındaki, ne de başka biri; bir o biliyor cevabı.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Sonbahar

Evet, yaptım.
Mükemmel bir geceydi. Yağmur bulutları berrak su damlaları yerine kıpkırmızı kan taşıdıklarını düşündürecek bir renge boyanmışlardı.
Ölü ağaç dallarının kederli ahengine kapıldım umutsuzca. Denizin kabarık dalgalarında kaybettim kendimi. O şarkı... Ah şarkı! Anlatamam; kelimeler çok, ama çok çirkin, çok kusurlu.
Kulaklarımda yankılanan şeyin güzelliğinden öylesine yoksundum ki. Karanlığın asaletinden uzak, hüznünün tam ortasında, gizlediklerinden habersiz aldım elime onu. Tiksintiyle baktım gözlerine. Özgürlüğün gözleriydi onlar! O muhteşem gözler, evet evet uçabilenler! Kaçabilenler!... Jezabel. Buraya ait olmak zorunda değildi o kül rengi tüyler, istediği yerde yankılanabilirdi o ses... Benimkinin aksine.
Ben yaptım -evet yaptım! Tuttum, sıkıştırdım ellerimin arasında. Sırf beni anlasın diye!
Yaptım! Her şeyi yaşamadan ölmesin diye! Mecburiyeti de yaşasın diye...!
Ona acınası çığlıklar attırdığımı sanırken kendimi aynı çığlıklara boğdum.
Ve evet, yaptım, ben yaptım BEN! Kanatlarını kopardım aldım elinden! Jezabel!..
Gece mavisine boyalı tırnaklarımla yırttım derisini. Tüylerinin yumuşacık dokunuşu hâlâ ellerimde...
Jezabel! Sevdim seni!.. Gel, yine şarkını söyle;
Bu sefer bana söylemeye mecbur kalarak...
Hadi, tutsaklığı söyle bu gece!
Jezabel... Öldürdüm seni, değil mi? Tüm güzelliğini elinden alıp, seni kilitleyip daracık bir kafese....

Evet, yaptım.
Sırf seni sevdim diye! Sırf kötülüklerimle kirlettiğim özgürlüğüne bakmaya tahammülüm kalmadı diye! Sırf huzuru bulayım diye, Jezabel! Mutlu olayım diye... Bir gece de ben rahat uyuyayım.
Söyle kusursuz şarkını, sen durma söyle.
Kan bulaştı biraz yüzüme, yıkarım hemen. Buradayım, dinliyorum merak etme...

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çellist

Müzik sesinin geldiği yere doğru yürüdü. Oradaydı adam, koca salondaki tek kişi oydu; en azından kendisi öyle sanıyordu.
Öylesine kendinden emin kavramıştı ki çelloyu... İnsanların yanında böyle değildi oysa. Gülümseyen maskesini takar, duygusuz ellerle notalara dokunurdu. O eller... Ne kadar da zariflerdi o adamın gözlerinin ışığı altında. Neden ama? Neden gözlerindeki parıltıyı saklıyordu bile bile?
Çocuğun kalemi bembeyaz kağıdın üzerinde yumuşakça geziniyordu. Adamın üzerindeki her bir ayrıntıyı yakalamak için bir saniye bile gözünü kırpmadan onu izliyordu. Gözünü üzerinden alması istese bile imkansızdı ya... Bir çellistin bedeninden kopup giden notalarla kavga edişinden daha ihtişamlı gözükemezdi en büyük savaşlar bile.
Çizdiği suratta hata aradı gözleri. Adamın kağıttaki saçları üflese dağılacak gibiydi. Güneşin parıltısı gözlerinin altındaki o gölgeleri aydınlatacak, dokunsa buz gibi teninden acısını hissedecekti sanki.
Şimdi, bu kağıtta çok farklı görünüyordu adam. Tıpkı salonda tek başınayken olduğu gibi... Elindeki her şeyi dışarı fırlatıyordu öfkeyle. Gerçek gözleriyle bakıyordu dünyaya. "Yaşlı" gözlerle...

...(Yaşlı dediysek...)
Gözlerinden akan yaşlara hakim olamayacağının farkındaydı. Bu yüzden sevmiyordu başka insanların yanında çalmayı. Köşede saklanan çocuk... Neden buradaydı hâlâ; daha ne istiyordu ki bir adamın ağladığını görmekten başka?
Ne fark eder, dedi, çalmaya devam etti...

...(Yaşlı dediysek...)
Ben bile yoruldum, diye haykırıyordu çello adeta; sen daha yorulmadın mı adam? Yorulmuştu elbette... Kabullen(e)miyordu sadece.
Tüm pişmanlıklarını biriktirdiği kumbara kırılmış, içindeki her şey bedenine saçılmıştı birden. Çok kez geri dönmek istemişti hayatında, çok kez hata yapmıştı. Ama hata yapa yapa başarmaz mıydı insan? Keşke diye diye kazanmayı öğrenmez miydi? Hayatın kendisi, tökezlemelerde, mükemmelliyetsizlikte gizli değil miydi ya? Evet evet, hayatın tam içindeydi adam. Her saniyesini doya doya yaşamıştı şimdiye kadar. Biraz yaşlandırmıştı bu onu; bakışları silikleşmişti biraz, saçları bembeyaz örümcek ağlarına mağlup olmuştu. Tüm bunlara rağmen acısının bu kadar genç oluşuna şaştı...
Aklını düşünmeye zorlamayı bıraktı. Bir soruyu buruşturup köşeye attı yine... Belli belirsiz bir tebessümle çalmaya devam etti.

7 Ocak 2011 Cuma

Hayalperest

Git artık be adam! Git başımdan!

Üstünde eski püskü siyah palton,etrafı süzüyorsun bölük pörçük gülümsemenle.
Sıcacık, çatallı sesin buz gibi havayı kırıp geçiyor.
İnadına mı yapıyorsun sen, ha?
İnadına mı yapıyorsun kaçamayayım, gidemeyeyim diye?
Seni de kovamayayım...?
Bırak beni, çöz ellerimi adam!..
Gençlik rüzgarlarımı da kaçırırsam, neyle yelken açacağım yarınlara?

Nedir o gözlerindeki?
Ne oldu, yağmurlu muydu oralar?
Cevap ver be adam, cevap ver bana!
Nedir o ıslak, minik taneler?
Hadi gitmiyorsun, anladım, yeter gözümün içine baktığın!
Susma bari, bir ses et, vur kulaklarımdaki yalnızlığı!
Çek tetiği artık adam! Yolun sonu burası.
Vur da bitsin! Burada bitsin...

Evin nerelerdedir senin? Yoksa kapı kapı gezenlerden misin?
Umursadığımdan değil ya, git başka kapıya!
Sadece merak benimki... Nedir seni kendi evine yabancı yapan?
Ne yaparsın masallardaki gibi dost kapıları yatak, huzur da yorgan olmayınca?

Yüzünde ne var öyle? Ne bu halin!
Umut mu o gözlerindeki yalancı ışık? Sahte bir teselli mi unutkanlık? Ya aynalara bakmamazlık?
Nesin sen, ne?...
Üstüne bir bez parçası örtmeyi bile çok gören hayat, eline bir de bardak mı verecek dolu tarafını boş tarafını seçme hakkın olsun diye!..
Arama boşuna. Bulamazsın zamanla çöken o çirkinliğin iyi yanını.
İçmişsin bir de seni ısıtacakmış, işe yarayacakmış gibi!
Düpedüz hayalperestsin sen be adam! Gördüğüm en kötü hayalperestsin!