31 Ağustos 2010 Salı

22:22

Uyuyamıyorum.. Uyuyamıyorum işte. Deli gibi yağmur yağıyor ve elektrikler yok... Uyumaktan başka yapacak bir şey yok, ama uyuyamıyorum. Saatin başında geçiriyorum artık her dakikayı... 13:13, 14:14, 20:20, 03:03, 05:05... Eskiden özeldi bu saatler, şimdi her gün 24 tane yakalıyorum onlardan. Kabuslar korkutucuydu, en azından korku vardı... Şimdi yatağımda beni bekleyen sıradan dostlar onlar, korku bile öldü. Yıldızlar yalnızca minik susam taneleri, hep varlar odamda... Bazen kuş seslerini duyuyorum, sonra birden susuyorlar... Ve gün bitiyor... Bir gün yine susacak kuşlar, bir daha hiç ses çıkarmayacaklar. Ben yatağımda o günü bekliyorum... Belki biri kapımı açar, elimden tutar, perdelerimi açar diye...
Açmıyor... Fark eder mi? Yok, etmez! Bekliyorum belki güneş de doğar odama diye. Doğmuyor... Fark eder mi? Yok, etmez... Ben beklerim yine de.

Kırmızı Boş Kanepe

Müzik çok hüzünlüydü... Ayağımın altında acınası haldeki tahtalar adımlarımın ağırlığıyla inliyordu. Sessiz olmaya çalışarak kocaman, tozlu kitaplığa doğru yürüdüm. Zamanın vahşice saldırısına uğramış kapaklarında saklı binlerce hayatı hissedebiliyordum parmaklarımın uçlarında... Ellerim müziğe uyum sağlamış, kitapların yüzeylerinde dans ediyordu adeta. Kitaplığın yanında durup camdan dışarı baktım... Beyaz elbise giymiş, zifiri karanlık gecenin ortasında yanan sokak lambasının çığlıklarıydı beni donduran. "İmdat!" diyordu... 
Arkamda Joseph, tüm bunlardan habersiz, kırmızı eski kanepede kıvrılmış uyuyordu. Onu rahatsız edebilecek tek şey bendim... Ben ve altımda inleyen tahtalar....
Parmak uçlarımda, bir balerinin zarafetinden çok uzak bir biçimde merdivenlere doğru yürümeye başladım. Joseph'in aşağı sarkan elinde sigarası kendi kendine yanmaya devam ediyordu. Geri dönüp sigarayı yavaşça ince parmaklarından kurtarıp söndürdüm. Odama çıkmadan önce son kez baktım karman çorman salona... Aslında o karanlık odaya gitmek istemiyordum, burda kalmak çok daha iyiydi. Ortadaki sehpada yanan küçük mumu izleyerek uyuyabilirdim... Hem Joseph yanımdayken karanlıkta saklanan kabuslardan korkmama gerek de yoktu. Nasılsa o bir şekilde kovardı onları... Güçsüz bedenine rağmen... O hep kazanırdı. 
Sehpanın karşı tarafındaki kanepeye yavaşça uzandım. Joseph'in göz kapaklarının altında hangi oyun oynanıyordu şimdi? 
Uyanık olsa ve ona baktığımı görseydi ne diyeceğini merak ediyordum. 
"Sende farklı bir şey var..." Çok sıradan. 
"Hayat garip, değil mi?" ...
Ya da belki yalnızca muma üfleyip görünmez olurdu... Ve son olarak çok güzel bir ışık oyunu görüp uykuya dalardım...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Keşke Olsaydım

Hayatım bir resim olsaydı, siyah duvarlarda kaybolan karanlık insanlardan ibaret olurdu.

Ama ben bir resim olsaydım, beni Fransız bir kadın çizmiş olurdu... Şarkı söylemeyi çok seviyor olurdu o kadın. Var olmayan dillerde şiirler yazardı. İnsanlar anlam veremezdi o kadına, onun da anlamlı olmak gibi bir derdi yoktu zaten... Hep sarhoşken çizerdi resimlerini. Yalnızca o şekilde korkusuzca anlatabilirdi kendini...

Adı Addie olurdu o kadının. 32 yaşında boğularak ölürdü, eminim...

Peki resim? O kadar da önemli değil aslında.. Bir insanın bedeni, koca hayatının içinde ne kadar önemliyse o kadar önemli sadece... Resmi sarhoşken çizmemişti Addie, aptallık etmişti. Korkmuştu her şeyi söylemeye. Son sözü "Gidin!" olacaktı... Ama bir kez daha sarhoş olamadan öldü.

Zaten bu yüzden en gerçekçi resmiydi bu. Ölümünü çizmeye çalışmış, yapamamıştı... Dediğim gibi, önemli değil bu. Koca hayatın içinde yalnızca bir toz tanesi... Bu yüzden hiç hatırlanmayacaktı bu resim.

Ben bir resim olsaydım, kimsenin hatırlamayacağı bir resim olurdum.

Ama hayatım bir resim olsaydı, herkes her yerde görürdü onu... Kimse unutamazdı, bu yüzden fazla sıkıcı olurdu.

Yine de hiç önemi yok tüm bunların... Ne Addie'nin ölmüş olmasının, ne de bir resminin hatırlanmamasının. Bir kitabın yüzlerce sayfasından yalnızca biri gibi tüm bunlar...

Diğer sayfalar? "Gidin!"le ıslanıp erimişti onlar. Çünkü Addie'nin tüm hayatı, tüm resimleri, ve tüm ölümleriydi "Gidin!". Yine de Addie söylememişti onu. Söyleseydi o da unutulurdu... Hayatı da kendisiyle o sulardaydı şimdi, unutulmasından iyiydi en azından..

Tabi ki bir resim değilim ben.... Ama keşke olsaydım...

Denizler de kurur ya...

Bir harfle başlamıştı hepsi... Sonrası kendiliğinden geldi. Denizlerin üstü kıpkırmızı yazılarla doldu... Kimse dur diyemeyecekti ona... Kendisi bile bilmiyordu.  

Zar zor yürüyordu Jack. Annesi olacak o kadını görünce öfkesine hakim olamayacağını sandı... Ama bir şekilde yapmalıydı.

"Odandan çıktın demek..."

Jack cevap vermek zorunda değilidi... Hiç olmamıştı zaten.

"Günde kaç adım atıyorsun? 120 falan mı? Yoksa daha az?..."
"Adım atmak için bir nedenim olsaydı adım atardım."

Nedenler hiç var olmazdı zaten... Ya onları yaratırdın, ya da olmayışlarına kızmakla kalırdın. Peri masalları gibi... Bazıları onları yalnızca okurdu, bazılarıysa yenilerini yazar...


Dokunmak... Karşısındakinin tüm acısını hissetmek için yeterdi Jack'e. Bu yüzden sevmezdi insanlara yakın olmayı.

İkinci bir şansı olsaydı... O yazıları göklere yazardı. Geceleri yıldızlarla süslenirlerdi... Kimse dokunamazdı onlara. Hep merak ederlerdi... Ama asla erişemez...


İkinci bir yolu olsaydı seçmek için, bazen mahkum olmanın daha kolay olduğunu anlayabilirdi Jack... Ama başaramadıktan sonra neye yarardı ki anlamak? Hiç... Koca bir hiç. Hayat buydu onun için... Hiç ve hiçe duyulan öfke.

Karşında dikilen düşmanı yenebilirsin... Ama bedeni olmayan bir düşmanı yenemezsin. Bu yüzden rekabeti sever insan... Hep bir umut olsun ister.


Bir harfle başlamıştı hepsi... İsyan, öfke, kan hepsi... Yazılarla anlamıştı Jack gerçekleri.

Ama başaramadıktan sonra neye yarardı ki anlamak..!

Kaçmak için silmesi gerekiyordu şimdi. Hepsini, hepsini silmeliydi... Tüm isyan dinmeli, öfke sönmeli...

Dökülen kan kurumalı...

Jack artık adımını atmalıydı. Bir neden için... İkinci bir yol bulması için... Belki geri dönmek için.

27 Ağustos 2010 Cuma

Jade

Şimdi bir tek senin ayak izlerin olabilirdi karlı uzun yolda... İzleyebilirdim yavaşça silinmelerini.
Şimdi benden daha zayıf bir beden olabilirdi soğuğun altında.
Ama yok... Çünkü pes ettik biz Jade... Daha hiç yürümeden yorulduk. Soğuğu tatmadan donduk.
Gece yanan tek bir mum vardı evde... Onun da sönmesine izin verdik biz. Yardım istemedik, belki isteyemedik... Anlamadık insanların kelimelerini. Boşverdik...
"Ama şimdi ölemeyiz" diyorduk hep, daha elimizde keşkelerden başka şeyler de varken... Bir yerlerde yanan bir sokak lambası varken... Sonsuz orda bir yerlerdeyken... İnanç varken, Jade... İnanç varken ölemezdik...
Ama yok. Çünkü pes ettik biz Jade... Çok erken bıraktık herşeyi.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Küçükken Nasıldı?

Bulanık görüntüler kar tanelerine dönüşmüştü sanki. Beyaz değillerdi pek, ama geceyi buz gibi yapmışlardı göğe dokundukları anda. Basit bir oyun gibiydi. Bana bakıyordun aynadan, birden herşey kırıldı... Simsiyah elbisemde göremiyordum akan kanı, ama hissediyordum, orda bir yerlerde beni terk ediyordu. Son yolculuğuydu belki... Ama nereye gittiğini merak etmiyordum. Oysa küçükken böyle miydi? Düşen yaprakları bile kovalardık uçurtmalarla... Yıldızlara sorardık herşeyi. Coşku vardı, heyecan vardı... Anlamlıydı kavgalar bile. Ben orman perisi olurdum, sen de kötü deniz kızı. Hep sen kazanırdın. Ağlardım... Damlaları biriktirip denize akıtırdım özgür olsunlar diye. Benim görevimdi bu, bir şeyleri özgür kılmak. En azından ben öyle sanırdım. Orman perisiydim nasılsa, kaybolsam da çiçekler yardım ederdi ya... Hep iyi kazanırdı ya... Sonra anladım. Ben suçluyken masumu oynamaya çalışıyordum. Sense oynarken bile sendin... Kurumuş dalları birleştirip tabanca yapar, beni kovalardın... Sonra vurulurdum, düştüğümde kaldırmazdın. Sırdaşım derdim sana. Gülerdin... Anlamazdım büyüdüğünü, benimse daha minicik olduğumu... O zaman söz vermiştim kendime, bir gün benim de o tabancayı alıp seni vuracağıma dair... Düşünememiştim kurumuş dalların gideceğini, yerine soğuk ve acıtan bir şeylerin geleceğini... Mevsimler geçmişti... Aynanın önünde bakakaldın bana. Damlayan kana; nerden damladığına... Elimdeki tabancaya... Basit bir oyun gibiydi hâlâ. Vurmuştum seni, ellerim kan içindeydi, şimdi düşecektin ve seni kaldırmayacaktım... Gidip kurabiyelerini çalacaktım... 
Yavaşça yere oturdun, dizlerinin üstüne. Göz göze geldik o kısacık an... Şimdi damlaları özgür bırakma sırası sendeydi. Gülümseyerek uzaklaştım gündüze doğru...

24 Ağustos 2010 Salı

Çikolata mutlu falan etmiyor...
Çikolata siyah bir tuzak. Seni alıp acılar içinde öldürüyor.
Çikolata bir şarkı... Çellonun üzerine dökünce yere akmıyor... Göğe yükseliyor, güneşi boyuyor.

Me and you baby
Still flush all the pain away
So before I end my day
Remember
My sweet prince
You are the one
...
neden ihtiyacım varken kimse duymaz? neden ihtiyacım varken kimse lanet olası yazılarımı okumaz?  neden ihtiyacım varken yanımda çikolata olmaz? neden ihtiyacım varken gözümde yaş olmaz? neden ihtiyacım varken fotoğraf makinem çalışmaz? neden ihtiyacım varken insanlar siktir git der bana? neden ihtiyacım varken kaçacak yerim olmaz?

Rüzgarı Yönetmek

Neden inanamıyorum ben hiçbir şeye??...
Neden kıvrılıp ağlamak için bile gücüm yok tam ihtiyacım varken?...
Neden gittin William?... Neden bıraktın herşeyi?...

Senden nefret ediyorum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Bilmiyordum ki...

Bir insan, bir yol demekmiş aslında. Sorular sormakmış insan olmak. Bazen de cevap verdiğimiz için yaşarmışız... Saçma sapan bir öykü olmuşuz bazen. Ama ne olursa olsun, bir rüya içinmiş hepsi. Hep yarının düşünün verdiği güçle görmezmişiz yüzümüzdeki çizgileri. Sıcacık bir dokunuşun hayaliyle ufacıktan kocaman olurmuşuz. Sonra pat... Kaybedermişiz oyunu hep. İnsan olmak yenilmekmiş... Kazanmak için debelenince yaşadığımızı hissedermişiz, bu yüzden yenilirmişiz zaten. Ölüm olmadan yaşadığımızı anlayamadığımız içinmiş hepsi. Kafamıza sıkarlarmış yarının düşünü kurarken. Hep bir çıkmaz sokakla karşılaşırmışız o yolda... İnsan olmak, o çıkmaz sokağı görmeye rağmen ilerlemekmiş. Salakmış insanlar, hayat o yüzden bu kadar zevkliymiş. Kimisinin hayali hiç geçek olmazmış, kimisi hiç kendi gizli hayaline sahip olamazmış... Hep duymak istediğini duymakmış insanlık, önceden kuruluyormuş her şey. Herkesin saçında gezinemiyormuş maceranın rüzgarı... İnsan olmak, bazen kıskanmak, bazen de boyun eğmekmiş... Ben bilmiyordum ki bunu...

Büyü

Aynadaki boş yüzüm... Durgun bir su kadar ölü. Gece kadar karanlık. Sabah uyanınca yeni bir hikayeye ihtiyacım olacak... Umurumda değil. Yine de "yalanlar" benim hayatım. Duymak istediğimi söyleyin bana. Yıldızların hep odamda asılı kalacağını... Hep güzel olacağımı söyleyin bana. Tüm ışıklar sönse bile parlayacağımızı...
Kelebeklerin kanatlarına bıraktım kendimi, başka çarem yoktu ki... Üzgünüm, gerçekten. Seni yarı yolda bıraktım...Oysa daha bir şarkımız bile yoktu adı Savaş olan...
Yüzünü yağmura çevir. Çünkü senin yolun orada. Şiir gibi kelimelerin orada... Arkana da bakma, sadece koş. Zaman kısa... Kulaklarını yankılara kapa. Sırlarını da göm tüm çığlıklarınla birlikte... Seni beklerler arkanda.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Adalet

-Neden?
-Neden olmasın ki?
-Çünkü olması için bir neden yok.
-Olmaması için bir neden var mı?
-Bir şey ya olur, ya olmaz... İşte olmamasının nedeni.
-Hiç var olmamış biri yaşamıyordur. Ama bu ölü olduğu anlamına da gelmez...
-Daha fazla duymak istemiyorum... Kes içimde yankılanmayı.
-Uzun, sapsarı saçların nerede Sarah?
-...
-Yoksa hiç olmadılar mı? Hiç var olmamışlarsa, orda olmadıklarını söyleyemeyiz... Olduklarını da söyleyemeyiz... O zaman...
-Kes şunu...
-...Upuzun, sapsarı saçların nerede Sarah?
-Kes sesini! Ben Sarah değilim!!
-Çünkü Sarah öldü... Çünkü onun saçlarını kestin... Onu boğulurken izledin... Belki de...
-Sarah diye biri yok!! Git başımdan!
-...Sarah'yı sen boğdun. Kollarını rüzgarla bağlayıp onu denize attın... Yıldızlarla onu çekip ordan çıkardın... Sonra da kimse bulamasın diye turuncuya sakladın...
-Neden ben?...
-Emeklemeden yürüyemezsin....
-Neydi bu şimdi?
-Neden diye soramazsın... En ilkel sorudan başlamalısın... Ne.
-Ben... Neyim?
-Kaçığın tekisin. Çirkinsin. Katilsin... Sıradaki soru; nasıl.
-Bu bir oyun değil.
-Tam aksine, benim hep kazandığım bir oyun bu... O sihirli soruyu önce sen söyle, cevabı kazan. Adil değil, hayat gibi.
-...
-Sorunu sor. 
-Ben... Bilmiyorum... Nasıl bir kaçığım? Ya da nasıl bir çirkin, nasıl bir katil?
-Fazla zeki bir kaçık, kusursuz bir çirkin, masum bir katil...
-Kazandım mı?
-Son soru... En karmaşık soru... Neden? Soruyu bul, cevabı kazan...
-Bu saçma.
-Senin o minik hayatın da saçma. Bul şu lanet soruyu, eve erken gitmek istiyorum...
-Neden masum bir katilim?
-Çünkü sen hiçbir...
-Hayır bekle.
-...
-Neden olmayayım ki?..
-Hiçbir neden yok.
-Kazandım mı?
-Kazandın, ödülünü de verdim. Şimdi git ve yatağına yat, herşeyi unutmaya çalışıp uykuya dal, seni aldatan erkek arkadaşını düşün... Onun seni sevdiğine inan.
-Hangi ödül? Ne ödülü? Bana ödül vermedin!
-...
-Hey?...

Gökkuşağının Altında

Güneş doğarken gözlerini açtın yine... Yine dağılmış çarşafa baktın anlamsızca. Koyu yeşil, ağır perdeler ışıkla savaşıyordu adeta, içeriyi o parlak gökyüzüne rağmen uyumak için yeterince karanlık yapıyorlardı. Kalkmaya mecalin kalmamıştı dünkü tüm o yorucu işlerden sonra... İki dakika fazladan uyuyabilirdin. Nasılsa kimse fark etmezdi gidip çay almadığını, eski sehpaya yeni bir boş bardak eklenmediğini... Hayalindeki köpeği almadığına şükrettin bir an için, yoksa şimdi kalkıp onu gezdirmen gerekecekti. Hayalindeki o minik kulübeyi almadığına şükrettin, içeri sızan kuş sesleri uyumanı engelleyecekti... Hep hayalini kurduğun, sana gerçek olanı gösteren o aynayı almadığına şükrettin... Yoksa... Aldın mı onu?.. Baş ucunda, solgun yüzünü gösteren boş çay bardaklarından biri miydi o ayna? Hayatın kirlettiği yüzünü görmek istemiyordun belki... Bilmiyorum. Başını çevirdin. Kalın yorganı boynuna kadar çekip gözlerini yumdun yine tüm gerçeklere... Hepsini simsiyah bulutların arasına sakladın, bulamayacağın bir yere... Daha da derine ittin kendini sonsuz yatakta, her şeyden uzaklaştın. Bakakaldım... O köpek, o kulübe, o ince yorgan... Hepsi hayalindeki uzun saçlı kızın olmuştu...
Peki ya sen?.. Sen o uzun saçlı kız olabilmiş miydin?..
Sıcacık bir yıldız yağmurunun altında, dolunaya bakarken... Ürperdim ben. Geleceği düşünmeyi bırakıp bir yudum daha aldım çayımdan...

13 Ağustos 2010 Cuma

Mavi Kanatlar

İnsanın son sığınağıdır mavi.
Çünkü hiç bilemezsin içinde gizlenenleri... Cehennemin ta kendisidir bazen. Şeytanın bir oyunudur. Sana hiç bilmediğin yeni yollar sunar, sonra birden kararıp seni kendi merakınla boğar...
İsyandır mavi, karlı bir günde herkese inat soğuk denize atılan o ilk adımdır.
Arkandaki herkes seni küçümserken umursamadan üşüdüğünü belli edebilmektir... Arkanı dönüp paltolarıyla sana bakan insanlara gülmektir. Çünkü aslında farkında olmaktır mavi; yaşamaktır, sanattır. Herkes bir şeyleri ezberlerken sorgulamaktır dünyayı.
Hayatın anlamsızlığını kavrayabilirsen görürsün mavinin gerçek yüzünü... O, bir yol ayrımına gelince verdiğin en çılgınca karardır. Herkes gibi yaşamdan sıkılıp onu çöpe atmak yerine yaşamak için bir neden aramayı seçmektir.
Sonsuz göklerdir mavi. İnsanlar bulut gibi rüzgarla sürüklenip gerçeklerden kaçmak istiyorken, kuş olup rüzgara karşı uçmak, kendi gerçeklerini aramaktır.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Papatyadan Taç

Rüzgar saçlarımı bir o yana bir bu yana savururken titredim. Soğuktan değil, korktuğumdandı bu ürperti. Tüm hayatım dalga geçiyordu sanki benimle. Yalnızca bir taçtı istediğim. Papatyalardan yapılmış, basit bir taç... Ve hayat bana verdi onu. Yatağımın üstünde duruyordu soluk renkli papatyalar, yapayalnız, bomboş odada... Bomboş yatakta. Doğum günümden bir gün önce... Benimle dalga geçti her bir beyaz yaprak. Umutsuzluğumla dalga geçtiler. Çünkü hayallerimdeki ışıldayan gözlerden eser yoktu o siyah duvarlarda, minik hayatımda... Kimse onu saçlarımda görmedikten sonra tacın ne önemi vardı ki?... Hayat resmen dalga geçti benimle... Tüm arzularımı kullandı. Ben buraya ait değilken, bu hayat nasıl bana ait olabilirdi ki zaten? Başından beri gitmem gerekirdi benim... Kaçmam gerekirdi bisikletime atlayıp. Sarı saçlarımı aramam gerekirdi... Kovalamam gerekirdi hayallerimi, bense uçup gitmelerine izin verdim.  Geriye kalansa saçma bir şaka... Saçma bir papatya. Üflediğim o tek mum, dilediğim o tek dilek... Tam da hayalimdeki gibi bir elbiseyle. Mavi, üstünde rengarenk çiçekler... O gözlerin buğusu olmayınca ne anlamı var ki?... Hiçbir zaman o dileğin gerçek olacağına inanmadıktan sonra ne önemi var tüm o hediyelerin?... Saçımda gezen rüzgarı, korkumu anlatacak kimse yokken...
Niye mutluyum ben?
Niye bir tacım var benim?

İstemek

Gözlerini kapatmaktır yasak; karanlıkta huzur bulduğun için bu kadar tatlıdır.
Ama gözlerini kapatabilmek değildir özgürlük... Gözlerini yummuşken istediğin zaman tekrar açabileceğini bilmektir.
Mutluluksa, özgür olup gözlerini açınca tüm lambaların hâlâ yandığını görmektir.
Nefret karartır tüm lambaları. Yasakları çiğnerken aniden bastıran koyu sistir o. Gözlerini açınca bile göremezsin bir şey. Özgürlüğün yok olur birden...
Merhamet rüzgar gibi eser, alır götürür gözünün önündeki sisi.
"Yanlışlar" vardır hayatta. Rüzgarı yönetirsin bir şekilde, yorgun kelebeğe örümcek ağından kaçmak için bir fırsat verirsin.
Bir şeyler istersin hep. Nerden geldiği belirsizdir bu istekler... Ve şekilsizdir. Bazen yanlışı yaptırır sana, bazen de özgür kılar seni.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Camdan Saçlar

Buz gibi aynaya çarpan camdan saçlarının sesinde huzur bulmaya çalıştı Nora. İçine girip tüm arzularında yankılanarak büyüyen o tik taklardan kaçabilmekti tek istediği. Gözlerini yumup o şarkıyı yeniden canlandırdı kulaklarında. Melodiyi unutmaya başlamıştı bile... Ve onu yine dinleyemezse bir sabah şarkıyla ilgili hiçbir şey hatırlamıyor olacaktı. Güneş sessiz doğacaktı yine, hiç umut olmayacaktı. 

Hızla arkasını dönüp aynadaki yansımasıyla yüz yüze geldi. Kimdi o? Nora kimdi gerçekte?  Ruhunun en kuytu köşelerinde, karanlığa gizlenen bir yabancı mı?

Sertçe omuzlarına düşen camdan saçlarının uçları tuzla buz oldu. Gözlerinde birikti yaşlar, akması için saatin bir kez daha "tık"lamasını beklerken yeni yaşların gelişini hissetti içinde. Başını göğe çevirdi. İçinde bulunduğu saatin sınırları vardı yalnızca... Ne bulutlar, ne yıldızlar... Hiçbiri yoktu onun dünyasında. Yalnızca saatin aynadan soğuk yüzeyi, kocaman sayıları ve görünmez duvarlardan labirentler... Neden o duvarları yıkamıyordu, neden bu aynaları kıramıyordu? Neden bir tek o hapsolmuştu bu kocaman saatin içine?.. Neden o şarkıyı unutuyordu her tik takta, o şarkı ondan niye kaçmasını istiyordu?

İçini  pırıl pırıl, ışıldayan bir cesaretle doldurdu yeni bir hayal. Yeni bir umut doğmuştu bu yeni saniyeyle... Yeni renkler belirmişti göz kapaklarının altında. Saçlarının teker teker kırılışını duymazdan gelip koştu ilk gördüğü yere doğru... Koştu, koştu, koştu... Görünmez duvarlar, görünmez acılardı onun için. Durmadı, yine de koştu... Hiçbirine aldırmadan... Saçları da gücüyle birlikte paramparça oldu içindeki fırtınada. Yine de kelebekleri görmenin umuduyla şarkıyı mırıldandı durdu. Yine gri karmaşanın içini ısıtmasını düşünerek uyudu her gece... Kendi kendisiyle kavga etti... Kendi kendiyle savaştı her sabah. Gitmemek için direndi siyah ağır botları. O da tüm siyahları geride bırakıp rengarenk bir sayfa açtı kendine.

Boyası akmış rakamları da geçti son gücüyle. Asırlar gibi gelen kaçış... Ve sonunda yalnızca bir ayna. Sonunda yalnızca Nora. Hiçlik... Hayal kırıklığı.
Çığlıklarını bastıracak tek şey, zamanın ağırlığıydı. Ve bastırdı da...Orda bir yerlerde, saatin dışındaki koyu zamanın uğultusu bedenini doldurdu. Çok yakındı... Dokunabileceği kadar hem de. 
Ama öfke ondan da yakındı, tam içindeydi. Sinirle haykırdı karşısındaki kıza, Nora'ya... "Nerde!? Lanet olası şarkı, lanet olası çıkış nerde!?!" 
Sesi bir tokat gibi ona geri çarptı. Acıyla inleyip aynaya dayanarak yere oturdu.Siyah defteri açıp baktı; sadece tek bir sayfa kalmıştı kaderini yazmak için. Bu kadar kolay bitmeyecekti. Pes etmeyecekti. Sessiz hıçkırıklarıyla, öfkesiyle, umuduyla, herşeyiyle vurdu o aynaya. Titreşim saatin tüm yüzeyini sallarken bekledi... Sonra bir anlık sessizlik. Karşısındaki Nora büyük bir gürültüyle binlerce parçaya bölünüp havada uçuştu. Parçalar üstlerine binen zamanın ağırlıya aşağı çökerken Nora'nın kulaklarını binlerce kristal doldurdu. O şarkı... Adımını zamansızlığın dışına attı hafif bir heyecanla. Havadaki tüm kristalleri takip ederek altın rengi dört duvarla çevrili odaya ulaştı. Şarkı ordaydı... Parlak piyanonun hemen yanında, Nora'nın gözleriyle göz göze gelen gözlerin içinde... Ilık bir rüzgar odayı dolduran sıcacık tebessümlere eşlik etti. Yıldızlar da ordaydı bulutlarla birlikte... Yeni umutları selamladı sallanan ağaç dalları. Turuncu yapraklar Nora'nın yeni simsiyah saçlarının dansına uyum sağlamaya çalışırken bir gece daha bitti. Güneş şarkısını söylemeye başlayınca açan çiçekler veda etti kocaman saate... 

Bedenim Kıskanır

Birden geldi o büyük bulut, birden aldı seni ellerimin arasından... O zayıf bedenini, dünyaya soluk bir dumanın arkasından bakan gözlerini, ipek saçlarını...  Koruyamadım. Hiç hak etmemiştim de belki. Kesik soluklarını aradım yerlerde, kar taneleri izlerini çoktan silmişti oysa... Kokunu aradım mavi elbisemde, tüm çiçekleri kıskandıran kokunu... Boşunaydı hepsi. Gerçekten gitmiştin. Arkanda yalnızca kusursuz bir melodi bırakarak... Terk etmiştin bembeyaz odanı. Ne bir veda, ne bir mektup... Bomboş ormanda kaldı ruhum, senin resim çizdiğin yerde. Sapsarı yaprakların çizdiğin dünyalarda kayboluşlarını izledim. Ben de denedim kaybolmayı senin belirsiz harflerinde, ama orda bana yer yoktu. Gidip beyaz kumlara attım kendimi, hiç yakışmadığım yere... Kolumdan tutup çekmedin beni, ben de ilerlemeye devam ettim. Kumlar içimde akarken hissettim saniyeleri. Çok geç kalmıştım ben, kendi siyah bulutumu kaçırmıştım... Ruhum benden uzaklarda yeni güne uyanıyordu. Sana dokunuşunu kıskandım, özgürlüğünü kıskandım. Kendi sonumu kendim yazmıştım...

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Kağıt Gemiler

Hayallerimi götürdü kağıt gemiler gün batımına doğru. Yalnızca mum yakıp izledim onları... Huzur ve sabırla. Rüzgara açtım kollarımı, hiç gelmeyeceklerin yerine. Tüm o düşman sular rahat bir yatağa dönmüştü sanki. Parlak yorganın altında bir yerlerde kaybolmuştu kaderlerini yazdığım tüm ruhlar. Şimdi sıra bendeydi...  Güneşin yorgun ışıklarını yansıtan bu sonsuzluğun arasında kaybolacağımı bile bile adım attım ben. İleriye doğru, çırılçıplak bir cesaretle yanıp tutuşan bir adım. Benim minik beyaz gemim de çıkmıştı yola. Suyun gölgelerinin arasına saklanıp izledim onu. Takip etmeye çalıştım, izin vermedi dalgalar. Bedenimin tüm kapılarını açtım ben de, sonsuz denizi içime aldım. Her damlasını yaşadım tek bir saniyede... Kağıt gemim ordaydı, tam fırtınanın ortasında. Hayallerimi taşıyan gemilerin çok arkasındaydı. Sonra anladım, tüm gemilerin gittiği yerler farklıydı. Hayallerimi tutmaya gücüm yetmedi, bıraktım. Şimdi bir tek ben ve kağıt gemim kalmıştı koca denizde... Gözlerimi açıp baktım yukarıya, üstümdeki tatlı suların da üstüne... Bulutlara baktım, orda yoktu aradıklarım. Gökyüzünün maviliğinde aradım gerçek beni. Yoktu... Aşağıdaysa yalnızca pamuk gibi kumlar... Herşeyin başına dönmüştüm işte. Kağıt gemilerin gidişini izledim yine. Arkalarından el salladım onları göremeyinceye kadar. İçlerinde vedalarımın yankılarından başka bir şey kalmadı en sonunda. Ben de arkamı dönüp gittim... Bir an bile düşünmeden.

Zemin

Hiçliğe düşmenin en iyi tarafı da, en kötü tarafı da sonunda seni bekleyen bir zemin olmamasıdır. Düştüğünde canın yanmaz, ama düşüşünü durduracak hiçbir şey olmaz.

Papatya

Kimse duyamaz senin çığlıklarını...
Bir kız vardır orda, eski binalarla konuşur. Sabahın ilk ışıkları uyandırır gözlerinin parıltısını. O, görmemesi gerekenleri görür, duymaması gerekenleri duyar.
Yine de... Kimse duyamaz senin çığlıklarını. O kız bile.
Bembeyaz bir kedi vardır eski binanın yanında. Siyah çizmelerin müziğine dalar, uyur gider... Uykusunda bile hisseder o müzikte saklı duyguları. 
O kedi bile duyamaz senin çığlıklarını.
Bir kadın yürür boş sokakta. Saçından akar şarap; siyah çizmelerini ıslatır. Dünya o çizmelerin altında ağlar istese... Çok basittir her şey. Kulaklarını tıkar, kendi içinde kaybolup gider tüm dertleri geride bırakarak... Yolun sonuna ışık tutar, görür orda yatan minik kızı. Duyar tüm yakarışlarını.
Ama duyamaz senin çığlıklarını...
Yine biri uyanır buz gibi rüyalardan. Yatağında doğrulur, minicik ellerine bakar. Minicik, bomboş ellerine... Duyamaz ona seslenenleri, onu davet edenleri yeni güne... O yalnızca artık olmayan yıldızları dinler. Onların sessizliğinde kaybolur gider... Sessizlik fısıldar ona çığlıklarını. Yine de duyamaz o seni; duymaz. Dayanamaz her sabah yıldızlarla eriyip gitmene. Kendini daha derine iter fark etmeden. Ne yapar ne eder duymaz işte, hem de duymayı bu kadar istediği halde.
Tüm o saklı hayallerin arasında... kimse duyamaz senin çığlıklarını.

6 Ağustos 2010 Cuma

Siyah beyaz yollar...

Kör yol arkadaşım diğer tüm insanları taklit edercesine o yağmurlu gecede en parlak lambanın altına oturuyor. Yanına gidiyorum. Onu izlemek güzel, bana kendimi huzurlu hissettiriyor.
Hiç düşünmeden aklımdakileri dudaklarımda kaydırıyorum."Karanlık mı?" 
Birden bana dönüyor."Ne?" 
Bir süre öylece duruyoruz. Belki de sormakla hata ettim.
"Dedim ki... Dünyayı nasıl görüyorsun? Karanlık mı?"
Soruma şaşırmış görünüyor. 
"Bunu nereden bilebilirim ki?" 
"Ben ne gördüğümü biliyorsam... Sen de biliyorsundur." 
"Hayır bilmiyorum. Zaten bu yüzden körüm."
"Kafam karıştı... Ne demeye çalışıyorsun?"
"Demeye çalıştığım.... Belki de ikimiz de karanlığı görüyoruz. Ama ben gördüğüm şeyin karanlık olduğunu bilmiyorum, çünkü hiç ışığı görmedim." Bir süre durup anlayıp anlamadığımı düşünüyor. Anlamadığımın farkında. "Işığı görmeden karanlığı ayırt edemezsin."
Mantıklı... "Tıpkı uyumadan uyanamayacağımız gibi." diye mırıldanıyorum.

...

Şiirler her zamanki gibi en karanlık harflerle yazılmış. Anlamıyorum.
"Neden? Neden herkes minik sinekler gibi ışığın altına üşüşürken kimse bizim kendilerine acıyarak bakmamızı anlamıyor?"

"Çünkü biz de anlamıyoruz." diye araya giriyorum düşüncesizce. Herkesin başı bana dönüyor. Söyleyecek yeterince süslü hiçbir şeyim yok... Harika.

"Anlamıyor muyuz? Doğru mu duydum?" diyor siyah saçlı adamlardan birisi -burdaki herkes siyah saçlı. Korkmalı mıyım bilmiyorum. "Onlar evlerinde mutluluk ve başarı hayalleri kuruyor, karanlığı yok sayıyorken anlamayan kim sence?"

Bu soruya vereceğim cevabın tüm bu siyah saçlıların hoşuna gitmeyeceğinin farkındayım ama sözcükler ağzımdan dökülmeye başladı bile... "Ne yani? Siz karanlığın ne olduğunu bile bilmeden gözlerinizi tüm ışıklara yummuşken herşeyi anladığınızı mı düşünüyorsunuz?"


Dar alanda yankılanan minik fısıltılara bakılırsa işler kötüye gidiyor. 
"Işığa gözlerimizi yummuşsak, gördüğümüz şey karanlığın ta kendisidir." diye yanıtlıyor başka bir adam. Ayağa kalkıyorum. Şimdi gerçekten söyleyecek bir şeylerim var. 


"Işığı görmeden karanlığı ayırt edemezsiniz."
"Işığı görmemek mi!? Bize ışığı göstermediklerini mi sanıyorsun?"
"Gösterdiler, biliyorum. O koyunlar hepinizin gözüne en parlak ışıklarını tuttu. Oysa hiçbirinizin farkında olmadığınız belli..." Bir süre çevremde bana bakan herkese teker teker bakıyorum. Odadaki merak, heyecan ve öfkenin hissedilmemesi imkansız. Bir an tüm bu duyguların beni ele geçireceğini hissediyorum ama öyle bir şey olmayacak. Ben farklıyım. "Uzun süre güneşe bakarsanız kör olursunuz." Derin bir nefes alıp soruyorum. "Peki... Işığı gördüğünüze hâlâ emin misiniz?"
Fısıltılar yine yükseliyor. Cevabın gelmeyeceğini biliyorum. Onları kendileriyle yalnız bırakarak dışarı çıkıyorum. Şimdi herkes ait olduğu yerde. Ama yine de... Ağlamak istiyorum. Nedenini bilmiyorum. Yağmur damlaları göz yaşlarımı besliyor. 
Ait olduğum yerde, ait olduğum şekildeyim... Islak ve yalnız. Sonsuza uzanan bir yolda...