26 Ağustos 2010 Perşembe

Küçükken Nasıldı?

Bulanık görüntüler kar tanelerine dönüşmüştü sanki. Beyaz değillerdi pek, ama geceyi buz gibi yapmışlardı göğe dokundukları anda. Basit bir oyun gibiydi. Bana bakıyordun aynadan, birden herşey kırıldı... Simsiyah elbisemde göremiyordum akan kanı, ama hissediyordum, orda bir yerlerde beni terk ediyordu. Son yolculuğuydu belki... Ama nereye gittiğini merak etmiyordum. Oysa küçükken böyle miydi? Düşen yaprakları bile kovalardık uçurtmalarla... Yıldızlara sorardık herşeyi. Coşku vardı, heyecan vardı... Anlamlıydı kavgalar bile. Ben orman perisi olurdum, sen de kötü deniz kızı. Hep sen kazanırdın. Ağlardım... Damlaları biriktirip denize akıtırdım özgür olsunlar diye. Benim görevimdi bu, bir şeyleri özgür kılmak. En azından ben öyle sanırdım. Orman perisiydim nasılsa, kaybolsam da çiçekler yardım ederdi ya... Hep iyi kazanırdı ya... Sonra anladım. Ben suçluyken masumu oynamaya çalışıyordum. Sense oynarken bile sendin... Kurumuş dalları birleştirip tabanca yapar, beni kovalardın... Sonra vurulurdum, düştüğümde kaldırmazdın. Sırdaşım derdim sana. Gülerdin... Anlamazdım büyüdüğünü, benimse daha minicik olduğumu... O zaman söz vermiştim kendime, bir gün benim de o tabancayı alıp seni vuracağıma dair... Düşünememiştim kurumuş dalların gideceğini, yerine soğuk ve acıtan bir şeylerin geleceğini... Mevsimler geçmişti... Aynanın önünde bakakaldın bana. Damlayan kana; nerden damladığına... Elimdeki tabancaya... Basit bir oyun gibiydi hâlâ. Vurmuştum seni, ellerim kan içindeydi, şimdi düşecektin ve seni kaldırmayacaktım... Gidip kurabiyelerini çalacaktım... 
Yavaşça yere oturdun, dizlerinin üstüne. Göz göze geldik o kısacık an... Şimdi damlaları özgür bırakma sırası sendeydi. Gülümseyerek uzaklaştım gündüze doğru...

Hiç yorum yok: