25 Mart 2015 Çarşamba

Ulysses, Sondan bir önce

Öyleyse ben de yola çıkarım.
Duygular oyunlar oynar. İnsanlar terk eder. Zaman uçup gider.
Yollarsa; yollar kalır. Güneş fırtınalara mağlup olur; geceler kalır. Bir kişinin arabası uçurumdan yuvarlansa da trafiğin vızırtısı kalır. Birileri gidemez işe o gün, ama binaların ışıkları kalır boş ofislerle.
Ben kalanları severim.
Yola çıkarım, arabamı sürerim. Gece düzensizce ışıldayan binaların, akan trafiğin arasında gezinirim. İşe gidemeyen kişi olmam yolda, arabası yuvarlanan kişi olmam. Kalan trafiğim ben, boş ofislerine rağmen ışığı yanmaya devam eden binayım. Erir yalnız ve küçük benliğim, ağır ismim, Ulysses, ve şehre karışırım. Bana bile sessiz nabzım şehrinkine katılır. Bana bile soğuk kanım şehrinkiyle akar, ısınır.
Gidenler unutulmaz; kalanları hatırlamaya gerek yoktur. Ben kalırım. Beni kimse hatırlamaz.
Arabamı sürerken Ulysses bir isimdir işte. Trafikte ben Ulysses olmam. Gece Ulysses'in yatağına yatmaya mahkum olmam, saatlerce Ulysses'in tavanına bakmaya. Ulysses'in her yaprağı aynı renk takvimi duvarımda durmak zorunda değildir, onun tekdüzeliğini ağır botlar gibi giymem gerekmez ayaklarıma.
Peki ne tutar bu isimsiz kişiyi?
O tavan da yoksa.
Ben kalırım; arabamı sürdükçe. Gidenler insandır; isimleri vardır onların, ayrı ayrı yüzleri; gidenler unutulmaz. Kalanlar sayıdır işte, milyonlarca kişi sorumsuzluklar yapar; kalanları hatırlamaya gerek yoktur.
Öyleyse ben de yola çıkarım.
Milyonlarca sorumsuz olurum. Ansızın belirlerim rotamı, canım ne istiyorsa yaparım yolumda. Tek bir günlük. O milyonlarca sorumsuzun her biri olurum, hiçbiri de olmam aynı zamanda; kalırım, arabamı sürdükçe.
Öyleyse ben de yola çıkarım.

24 Mart 2015 Salı

Ulysses, Son

Tavan pis.
Şehri damarlarımda hissediyorum. Nabzıma eşlik ediyor, nabzıma hükmediyor. Araba ışıkları, kan suratıma yükselip yanaklarımı yakıyor. Eski otel odasının küflü perdelerinden içeri akıyor, ışıklar, pis tavanda dans ediyor. Motor sesleri. Gecenin karanlığına sığınan saçma konuşmalar. Hiçbir şey ifade etmiyorlar. İşte bu gece benim gecem, bu şehir benim şehrim.
Ama en çok araba ışıklarını seviyorum. Kalbimi en çok onlar hızlandırıyor. Hızla akıyorlar, damarlarımdaki kanın aktığını hatırlıyorum sanki, yaşadığımı.
Tavan çok pis. Lambanın ışığının tavanda yaptığı şekil asimetrik. Arabalar geçmeye devam ediyor, trafik yoğun.
Ne aldım ben?
İş yerindeki adam. Lanet adam. Her gün pis sırıtışını görmekten sıkıldığım adam. Kafamı yastığa koyduğumda saatlerce izlediğim o sıkıcı tavan. Tertemiz tavan, boş tavan, caddeler gibi. Bu gece o sırıtış da yok o temiz tavan da.
Tavan burada çok pis. Adamlar burada yabancı. Caddeler dolu, arabalar geçiyor.
Burası bu gecelik benim şehrim. Tek gecelik hayatım, tek gecelik bir "ben". Tek gecelik tavanımı da adamlarımı da sevdim.
En çok da araba ışıklarımı sevdim.
"Tek".
Tek geceden bir şey olmaz. Tek bir seferden.
Tavan pis. Ellerime bakıyorum, orantısız görünüyorlar.
Ne almıştım ben?
Adamlardan birinin bıçak yarasını hatırlıyorum. "Kavga" demişti, ve bir şeyler daha. Bulanık, araba ışıkları gibi. Tavandalar. Pis. "Eğlenmek istiyorum" demiştim, "Benim için neyiniz var?" Uzaklaşmak istiyormuşum. Yeni bir şeyler tatmak. Öyle dedim. Çok sıkılmışım aynı günü başa sarıp oynatmaktan her sabah, kendimi bırakabilirmişim en yakın köprüden aşağı hatta, fark etmezmiş, böyle diyememiştim.
Bir çamaşırhaneye girip dönen çamaşırlara güldüm çok sonra. Galiba sirenlerden saklanıyorduk.
Orası da pisti. Çamaşırhane. Pis bir şehir burası. Tavanlar pis, adamlar da. Benim biraz pisliğe ihtiyacım varmış. Ve trafiğe. Gelince fark ettim.
Ne aldığımı hatırlamıyorum. Ama tavan çok pis.
Ne aldığımı hatırlamıyorum. Ama çantamda daha fazlası var. Çok daha fazlası. Maaşımın yarısı var çantamda. Yarısı da yok. "Atı öldürmeye yeter" demişti adam.
Tavan pis, benim gibi. Damarlarımda akanlar, kalbimin pompaladıkları gibi. Araba ışıkları gibi vızır vızır bütün şehri kat edip son hızda, en nihayetinde bir pis tavana yükselmek istiyorum, bu pis şehrin, pis bir hayat kesiğinin bir parçası olmak. Çantamda beni şehrin caddelerinden tavana taşıyabilecek kadar var.
Dönmek istemiyorum.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Mi Minör


Keskin, beyaz ışık karanlık salonu yırtarak geçiyor. Zoraki alkış sesleriyle doluyor kulaklarım.
Sonu ölüm olan bir hikayeyi düşündürüyor bana piyanoda çalınan ilk altı nota. O yalnız adam beliriyor tuşlarda, geçmiş günleri gözümün önünde uçuşuyor; aynı hatalar her gün, aynı gözyaşları, kolunda aynı kesikler her akşam, aynı sarhoşluklar. 
Beni hatırlatıyor bana, benim hayatımı düşündürüyor hikayesi. Her gece yaptığı gibi, gözlerini düşüncelere kapatıyor bir anda. Aklından geçen binlercesinin arasında, bir tanesi ona iç çektiriyor. 
Çok zor yaşamak.
Doruk noktasına ulaşıyor şarkı; belki kimsenin zarafetini fark edemediği o bir saniyelik yükseliş... Bir piyanist  ölüyor içimde.
Kanı satırlara bulaşıyor.

18 Mart 2012 Pazar

Yalnızlığa

Durgun denizden yansıyan yıldızlara attım kendimi. Göğe düşmek... Bütün hayatım boyunca aradığım o hissi en son saniyelerimde elde etmek tuhaftı. Rüzgar tenimde gezindi giysilerimi aşarak; sert, soğuk, ama bir şekilde davetkar. Olmayan kanatlarımı hissettim. Olamayan kanatlarımı hissettim.
Özgürlük.
Son'a gelmiştim, hem de yapayalnız. Oysa böyle değildi başlarken. Hayır, ben yalnız doğmamıştım.
Yalnızlığa doğmuştum kalabalık bir dünyada.
Şimdi bütün bedenimi saran o soğuk yalnızlığa...
Gece en mavi ninnisiyle üstümü örttü denizin yüzeyinde.
Yıldızları ciğerlerime çektim.

18 Haziran 2011 Cumartesi

"Bazen" Üzerine

Yağmur, diye düşündüm, kemiriyor insanların ruhlarını bedenlerinin içinde. Hatta kan olmalı bu yere damlayanlar... Görünmeyen ruhların şeffaf kan damlaları; çok mantıklı gelmişti kulağıma. Parıltılı olması gibiydi ayın gülümsemesinin. Yakamoz kadar doğaldı şeffaf damlalar. Ama, dokunabildiğim, hissedebildiğim için midir bilmem, hep büyülemişlerdi beni. Soluk renkli binaların katı yüzeyleriyle bir olurlardı gündüzleri, geceleri sokak lambalarının ışıkları dans eder üzerlerinde, biraz olsun renk katarlardı gri dünyama. Aysa kendini beğenmiş, zengin biri gibi... Işığının her bir tutamını sakınırdı bulutlu dünyalara sıkışmış, zavallı insanlardan. Kim bilir, belki bu yüzdendi yağmura olan aşkım.
Yamuk, ıslak kaldırım taşlarında takırdayarak beni takip eden bavulumdan rahatsızlık duydum birden. Sonsuz adım vardı daha önümde, takırdayarak geçilecek sonsuz kaldırım taşı, tanıştığım her yeni şeyle ağırlaşan bir bavulla... İnsanların ağırlığıyla eskiyen bir bavul, onların ayak seslerini taklit etmeye çalışan. Ne kadar ağır olabilirdi ki en fazla, merak etmiştim. Sonsuz bir yolda, ne kadar büyük olabilirdi ki bir insanın aştığı yol? Ne kadar ileri gidebilirdi herkes birer bazen olmaktan? Ne kadar, diye düşündüm, ne kadar ağır, ne kadar önemli olabilirdi bir "bazen"?

10 Haziran 2011 Cuma

Bir Nefes

Korkuları her geçen saniyeyle, her karanlık geceyle büyüyor insanın... Bir noktada bedenine sığmıyor artık, dışarı, hayata taşıyor. Altındaki yola akıyor yavaşça, bazen damarı kesilmiş gibi, gökyüzüne kadar ulaşıyor o damlalar. Gökyüzüne bakıyor; güneşin önünde kabuslar... Her şeyin, herkesin ortasında kalakalmış o an; insanlar geçip gidiyor, vızır vızır arabaların ışıkları, ama o elini bile kaldırmaktan aciz... Yıldızlar düşüyor, sonsuz karanlığa bırakıyorlar kendini...
Baksana, yıldızlar!
Dur diyemiyor, bir dilek bile tutamıyor insan. Zaten anlam veremiyor o an dilek tutmaya, geçmişte tüm hayallerini adadığı yıldızlar kayıp giderken ellerinin arasından.
Geçmişte...
Evet, geçmişte.
Hayallerini neye adıyordu ki son zamanlarda?
Cevaplayamıyor bazı soruları. Cevaplar yoksa sorular niye var ki? Bilmiyor, birden, hiçbir şey bilmediğini öğreniyor insan... Hiçbir şeyi biriktir(e)mediğini görüyor ceplerinde. Peki,  bir geçmişi oldu mu ki, eğer şimdide izleri görünmüyorsa?
Yavaş yavaş, ilk sayfasından yakılmaya başlanan bir kitapta buluyor kendini. Üstünden geçtiği, ayak izleriyle boyadığı kelimeler yok olmuş arkasında... Yürümek zorunda sürekli, boşluğun hafifliğini taşımak zorunda son sayfaya kadar.
Ölmek zorunda insan. Ve ateş böcekleriyle sonlanmalı hayatı, yakılan kitaplar, yakılan sayfalar gibi... Işık kadar görkemli olmak zorunda yitip gitmesi. Hayallerini adadığı her yıldız düşmeli ona saygı duyarak, bir tek onun ışığı parıldamalı gökyüzünde. İşte bu yüzden, herkes ağlamalı kayan yıldızları gördüğünde, dilek tutmak yerine.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Sahne

Parlak ışıklar gözlerimi acıtıyor.
Önümde olması gereken meraklı yüzlerin yerinde karanlık bir boşluk... Sahneyi seviyorum; tüm kuralları yıkıyor, kendi gerçekliğini yaratıyor; yüzüme vuran ışığı, seyircileri örten karanlığa çevirebiliyor. İçinde kilitli kaldığım bu kafesi, bedenimi, yönetme gücü veriyor bana... Bu yüzden ya; dünya, gözlerde bir sahne olduğunda anahtarlara gerek kalmıyor.