31 Aralık 2010 Cuma

...







Bir zaman geliyor, harfler anlamsız şekillere dönüşüyor bazen... Göremiyorsunuz bir süre sonra.
Işıksızlıktan mı? Siz mi değiştiniz yoksa? Bilmiyorsunuz. Bilemiyorsunuz... Dünyanızdan renkler eksiliyor bir bir, ve siz her yok olan rengi hatırlayamamanın acısıyla kahroluyorsunuz siyahlıklar içinde.
Siyah bile karanlığa bürünüyor, gözlerden kayboluyor bazen...
İstiyorsunuz, hem de çok. O renkleri geri istiyorsunuz. O renkleri size gösterebilecek bir kişi istiyorsunuz hayatınızda. Bıkmadan, usanmadan köpeklere gökkuşağını anlatmaya çalışan birini bulmaya adıyorsunuz kendinizi.
O yok. Hiç olmayacak, tüm benliğinize işlemiş bu gerçek. Yine de... Arzu... Sizi yiyip bitiriyor, yakıyor. Delicesine bir arzu...
Öyle bir zamanda yazamıyorsunuz. Düşünemiyorsunuz. Bomboş olup çıkıyorsunuz.
Kalemi bırakmaktan başka bir şey kalmıyor elinizde... Susmaktan, artık parlamayan, bulutların reddettiği cümlelerinizi çekmekten başka bir şey kalmıyor bu gökyüzünden... Veda etmeniz gereken bir noktada buluyorsunuz kendinizi.
Ve ben elimdeki tek şeyi yapacağım. Yine parlayana kadar bekleyeceğim cümlelerimi...
...
Mutlu yıllar herkese.

Yeni yıl, yeni gün, adı her neyse...

Özür dilerim.
Hayallerimi hak etmiyorum. Ama yine de bunlar için herkesi hırpalıyorum... Özür dilerim. Kıskanıyorum, kendime bile itiraf edemediğim halde. Nefret ediyorum, her şeyden, herkesten... Coşku bir tiyatro oyunundan başka bir şey değil artık. Ve ben oynamaya devam ediyorum. Özür dilerim, her şey bir yalan. Gülümseyerek bakışım, sevgi dolu kelimelerim... Hepsi.
Yeni bir ismim olsun istemiştim sadece... Biliyordum, yeni bir isim için ismini soracak yeni biri gerekirdi önce. Kullandım seni. Özür dilerim.
Özür dilerim, tüm bunları yaptım, ama affedilmek ya da affedilmemek umurumda bile değil.
Yalnızca gelsin rüzgarlar, süpürsün pisliklerimi. Onları görmeye tahammülüm yok.
Çünkü biliyorum, yeni bir sayfa için bu sayfanın kapatılması gerek peşinde tüm pişmanlıkları ve suçları da götürerek.
Ve ben bile ikinci bir şansı hak ediyorum.

21 Aralık 2010 Salı

Tutulma

Gözlerim kirlenmiş, aynı yüzlere baka baka...
Gökyüzünü görünce fark ediyorum.
Kirpiklerimde öldürdüğüm meleklerin kanı;
Ay ışığını da güzelliğin rengine boyuyorum.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Nedensiz

Saate baktı.
Onun durmuş olması tüm zamanı durdurabilseydi keşke... 
Gözlerini sildi... Ağlamak değil de, göz yaşlarının nedensiz yere dökülüyor oluşuydu asıl canını yakan... Ve bunu zihninin en karanlık köşesinde simsiyah duvarların arkasında gizlemişti özenle. Ama sessizliği bozup tüm itirafları uyandıracak bir gök gürültüsünün de geleceğinin farkındaydı başından beri.

O da sıradan, basit, her şeyden kaçmak isteyen birisiydi işte... Bütün mesele buydu.

Hal Hatır

Rüzgarın öfkesi onu ürpertmişti. Kapıyı açıp çıkmak çok da zor olmazdı, ama fırtınalı bir gece dışarıda yalnız kalmak için yanlış zamandı. Başını sert koltuğa dayayıp gözlerini kapadı. Arabanın camına öç alırcasına çarpan yağmur damlalarının korkunç sesi bir şekilde huzur vericiydi. Yağmurlu, rüzgarlı havaları sevmişti hayatı boyunca...
Altında ıslandığı tüm yağmurları düşündü birden. Ne kadar da az hissetmişti damlaları yüzünde. 
Uykusuz gecelere sakladığı çocukça kaçıp gitme hayalleriyle gülümsedi. Onu asıl gülümseten, tüm çocukça şeylerini şimdi deniyor oluşuydu belki de. 
...Ve geçmiş çorap söküğü gibi geldi. Sırf kimse "yıldızlar kadar parlak" olduğunu söylemediği için parla-ya-mayan gözleriyle göz göze geldi koskoca anılar denizinde. Binlerce görüntünün arasında en berrak hatırladığı buydu belki; aynada anlamsız bakan bir çift soluk göz.
Ona ölen balığını anımsatmıştı ilk gördüğünde.
Bir daha da bakmamıştı zaten... 
Hiç kimse güzel olduğunu söylemediği için güzel ol-a-mayan gülümsemesi...
İrkilerek gözlerini açtı. Fazlasıyla sessiz yol arkadaşı üstüne hırkasını örtmüştü.
Buradayım dese ne olur, demese ne...
Oysa o da tatmıştı sırf kimse "buradayım" demiyor diye yapayalnız geçirilen günleri... sırf kimse sormuyor diye nasıl olduğunu bilememeyi...

7 Aralık 2010 Salı

Bağımlı

Yaşadığımı hissediyordum.
Ve tam o anda, birileri ölüyordu aynı dünyada. Birileri sana dokunabilecek kadar yakınken, hissedemiyordu parmak uçlarındakileri. Gözlerine fırtına bulutları üşüşmüştü kimilerinin; tam o saniye, cehenneme döndü dünya bazıları için.
Yaşadığımı hissediyordum.
Ama beni asıl korkutan, yaşamın ölüm demek oluşuydu aynı zamanda. Kendimi yaşamak istemezken buldum birden...
Yine de yaşadığımı hissediyordum.
...Ya da belki yalnızca hissettiklerimi yaşıyordum içimde.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Dertsiz

Gelecek için değildi onun ölüm korkusu, şimdiye aitti.
Daha ölüm kapıyı çalmadan öldürüyordu onu yavaşça;
Gözyaşlarını çalıyordu sıcacık yatağındaki huzurlu zamanıyla birlikte...
Ve çaresizliği getiriyordu onu bekleyen masmavi alevler yetmezmiş gibi.
Kalp atışlarını dinlemeye zorluyordu onu bedenindeki yalnızlığın sesiyle
Her elini tutanda hissettiriyordu ruhundaki eksikliği
Daha dertsiz bir adam yokmuş gibi!..

Hiç Durmadan

Fırtınalıydı hava Umut Gemisi rotasını değiştirdiğinden beri.
Rüzgarlar onu beklemişti adeta yıldızlara uzanan yolculuğunda. Dalgalar da bir olmuştu kapkara bulutlarla, kırbaç gibi çarpmak için yaşlı, ağrıyan tahtalarına. Ama inadı kanıyla yazılmıştı yelkenlerine, "Benim ölümüm İmkansızın elinden olacak." diye. Şimdi zavallıca bakmayı reddetmiş aşağıya, gözlerini yummuştu yıldızların yüksekliğine...

"Dur!" dedi, denizin derinliklerinden kayıp iskeletler, insan eli değmemiş hazineler.

Ama o kaybetti hiç durmadan, yaralandı... Yaşadı durmadan; sonuna yaklaştı.  Yeni fırtınalar bekliyordu onu her sakin gecede, yepyeni günleri, kayıp gidiyordu güneşin doğmadığı bir yerlerde.

Durmadan geceyi tattı o, fırtınalarda hırpalandı. Durmadan adımını attı ileri doğru; ya da geriye giderken her şey,  o öyle sandı.

30 Kasım 2010 Salı

Onlar

Gözlerini kitabından sıyırıp karşıya yöneltti. Adam tüm deli edici, karmaşık kağıtları masasına yığmış, rahatça kahvesini yudumluyordu. Boş boş caddeyi tarayan gözleri soğuktu.
Kendini kitabını okumaya zorladı yeniden... Silahsız bir şekilde savaşın ortasına dalmaktan farksızdı bu, kaybedileceği kesindi.

...en büyük korkusuyla yüzleşmek adına çıktığı yolculuk için harika bir sondu ilk adımını attığı kaldırım taşı. Planlanmış gi...

Harflerin aralarındaki boşluklara daldı gözleri. O adam kadar umursamaz olmak isterdi şimdi, herkesin yüzüne bakıp hiçbirini görmemek gerçekte...

Saatine baktı. 20:20. Belli belirsiz gülümsedi, kahkahalar çınlıyorken içinde. 20:30da kalkabilirdi.. Ya da...

Başını kaldırdığında adamla göz göze geldi birden. Sadece bir saniyeydi, belki daha az... Şimdi, aklına hücum eden saçmalıklar topluğuyla başa çıkmaya çalışırken gerçekten de bakıp görmemeyi isterdi.

...

20:17
Birkaç dakika sonra kalkarsa en sevdiği diziye yetişebilirdi. Kahveden bir yudum daha...Kahve içmemesi gerekiyordu. Panik atak krizlerine ilaveten kalp çarpıntıları da eklenince pek de hoş bir bütün oluşmamıştı.
20:18

20... 18... 2... Kes şunu. Kes.

Önünde uçuşan binlerce gereksiz düşünceyi sileceğini umarak gözlerini ovuşturdu. Uykusuzluk onu mahvediyordu. Hiçbir şeye odaklanamadığını hissediyordu. Ve bu sabah üç gün boyunca onu idare etmesi için tanrıya yalvardığı iki dakikalık ayakta uykusunda gördüğü kabus, uykusuzlukla uyku arasında seçim yapmayı zorlaştırıyordu.

Uyuduğundan emin bile değildi aslında, ki bu daha da beterdi... Halüsinasyon görmeye başlamış olabilirdi.

Doktorlardan nefret ediyordu... Her gün "Neyin var, kötü görünüyorsun?" diyen insanlardan da nefret ediyordu...

Neyim var biliyor musunuz; başımda sizin gibi gerizekalılar var!!! Neyim var biliyor musun doktor, uyuyamıyorum!! Hadi sen de "Süt iç geçer." de!! Hadi önce kendini tedavi etmesi gereken sevgili psikiyatrist, sen de on üç farklı ilaç yaz, yazdığın şeyin ne b.k olduğunu bile bilmiyorum nasılsa!! Siz de "Uykusuzluktan ölmezsin!" diyin!! 

Gözlerini masadaki dağ gibi kağıt yığınından uzak tutmaya çalışarak kahvesini masanın kenarına koydu. Gözünden yaş gelene kadar gülmemek için kendini zor tuttu; hâlâ bardağın düşüp düşmeyeceğini delicesine merak eden küçük çocuktu resmen.

Tabi ya; uyku düzeni bozulmuş, kalbi bedenine küsmüş, biraz da endişe yıpratmıştı saçlarını; o kadardı onu bir çocuktan ayıran.

Karşısındaki masadaki kızın arkasında oturan yaşlı kadına baktı. Bembeyaz saçları, titreyen elleriyle tuttuğu gazetesi... Tüyleri diken diken oldu birden.

20:20
Kalkmak için doğru bir zaman olabilirdi.

Hâlâ saklıyordu kendinden sayılarla ilgili takıntısını, ve daha bir sürü mantıksız şeyini... 

26 Kasım 2010 Cuma

Son'a Bekleyişler

Rengi solmuş koyu yeşil perdelerden içeri bir tutam güneş ışığı düşüyor. Hava sıcacık, ama sert, buz gibi rüzgarları hissediyorum evin her yerinde. Tuşları sararmış piyanonun önünde anlamsızca oturduğum günler hâlâ buralarda bir yerlerde sanki; bir kapıyı açacağım ve kendimi bulacağım üzerinde anlayamadığım notaların yazılı olduğu kağıtları karıştırırken...
Sanki yatağın kenarına oturacağım ve o elimi tutacak yalvarırcasına yeniden. Yorgunluğunu hissedebileceğim bembeyaz teninin ardında. Dalacak gözlerim yeşil yaprakların uzaklığına doğru. Ve o pes edecek, yalnızca gerçekçi olduğunu zannederek. 
Ne değişti ki zamanla birlikte? Her gün, tekrar ve tekrar pes etti arkamda git gide uzayan yollarda. Tekrar ve tekrar çekip gittim buralardan her adımımla, her gün yeniden unuttum onu sabahlarla beraber. Sonsuz bir şimdiye döndü dünler ve yarınlar... Birden her anım için yok oldu o.
Birden her an sonu beklerken buldum kendimi. Oysa  yolun başında daireler çiziyordum ben. Arkamdaki çizgileri saydığımı düşündüm gelecek duraklarıma bakarken.
Şimdi kendimi aşağı bırakmaya bile mecalim yok, önümde uzanan sonsuz yola rağmen... Ne değişti onunla birlikte, ne anlayabildim onun gidişinden?

13 Kasım 2010 Cumartesi

Rayların Üstünde

(Bunu da dinleseniz fena olmaz; http://fizy.com/s/1mfydj )

Trenin sesi, cama çarpan yağmur ve camın arkasından gerçek gücü görünmeyen rüzgarın hafif ıslığıyla huzur verici bir uyum sağlamıştı.
Nemli bir buğuya yenik düşmüş cama başını yasladı. Hep vardı kendisi gibi yalnız biri, iki dilim kalp şeklinde pasta sipariş edip tek başına yiyen... Peki onlar da saymaya çalışıyorlar mıydı kaç yalnız kişinin yaşadığını? Kalp atışlarını dinleyip, merak ediyorlar mıydı kaç kişinin kalbinin aynı hızda attığını? Kaç kişi şimdi onunla aynı soruları soruyordu kendine... Kaç kişi bunu da merak ediyordu peki?
Çekip gittiği evini hatırladı içindeki buz tutmuş anılarla birlikte. Kocaman odasını hatırladı, küçücük olmasını dilediği... Ulaşamadığı köşelerinin bu kadar soğuk olduğu büyük bir odadansa, zar zor sığdığı sıcacık kutu gibi bir evi tercih ederdi. Her şeyin küçücüğünü severdi o...

Ruhunun bile... Yaktığı tek bir mumla aydınlatabilmek isterdi her köşesini.

Gözlerini dışarıya dikti. İncecik ağaçların dehşet içinde savrulan dallarında tek bir yaprak bile yoktu. Koskoca bir dünyada hayata sarılmış tek bir insan kalmamış gibi... Yıldızlar yerine şimşeklerin ışıldadığı bu gecede her şey solmuştu tüm gücüyle birlikte. Gözünün önüne zarifçe düşen bir tutam saçı kaldırmaya bile mecali yoktu.

Silik ve sessiz rüyalarına dalarken belli belirsiz aklından kayıp gitti sorular.

Kaç yeni güneş doğacak yarın, kaç yeni güneş batacak?...


Tik taklar bile saymayı bıraktı geride kalan rayları... Saati durdu nedensiz yere.

Önemli olan güneşin doğduğu gibi batıyor olduğu değil miydi sadece?

12 Kasım 2010 Cuma

Kadehinden Yansıyan

...Şarap şişesini yan çevirdi.
Dik duran şişenin mantarı şarapla temas edemez, kuru kalırdı... Açılırken dağılıp tüm şarabı mantar parçalarına boğardı. Kadehinde yüzen minik mantar parçaları...

Daha kadehinde mutluluklarına bile yer yokken, bu çok acımasızcaydı...

9 Kasım 2010 Salı

Günlükten

Sayfa 26.

Gitmek istemiyorum. Zamanın sırlarını çözmeden gitmek istemiyorum. Bütün renkleri görmeden gitmek istemiyorum. O, nereye gittiğini bilmediğim yolda yürümek istemiyorum. Anlatacak o kadar çok şey var ki aslında... Nereden başlayacağımı bilmiyorum. İnsan hep başarılarını anlatır ya, benim yok onlardan... Şu hayatta neye "başarı" denebilir ki? Başarı bana hiçbir şey ifade etmiyor, onun varlığına inanmıyorum... İnsanlar "başarmak" adına düşüncesizce fikirlerini satarken başarının iyi bir şey olması çelişkili geliyor. Onları anlamıyorum...
İnsanı sevmiyorum. Çünkü o, benim tutkuyla bağlandığım evreni yok oluşa sürüklüyor. İnsanı sevmiyorum, çünkü o kalemimi elimden alıyor, hayallerimi kirletmeye çalışıyor. İnsan zavallıca tüm bunları yapıyor, çünkü gerçeklerle yüzleşmekten korkuyor. O, elindeki tüm başarının koca bir hiç olduğunu görmekten delicesine ürküyor. Onlar, evrene attıkları her çizikte kendi varlıklarını zedelerken "hayalperest" dedikleri, başarılar ve sınırlara inanmayanları sürüye uydurmaya çalışıyorlar. Hayalperestlerin her şeyi görebildiklerini reddederek kendilerini acılara sürüklüyorlar. Tüm bu gerçekleri yıllar sonra, belki ölüm kapıyı çalınca fark etmenin vereceği pişmanlık... İnsanlar bundan korkuyor her şeyden çok.
Hep bir üste çıkmanın telaşı insanı yoruyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor.
Öldüğünde ondan geriye evrendeki çizikleri ve yorgun bir bedenden başka hiçbir şey kalmıyor...



Sayfa 39.

Bile bile tutsaklık gibi bu; kendime bunu yapmayı seviyorum. Karanlığa ihtiyaç var bazen... Renkleri, duyguları, tik takları unutmak gerekiyor. Oysa ne kadar yanlış düzen; bizi acılarımızı en derinlere itmemiz için zorluyor. Zayıflıklarımızdan korkuyoruz korkunun da bir zayıflık olduğunu unutarak.

Sayfa 40.

Farklı renklere izin verilmiyor yaşamda. Ne acı... Çizgilerin sadece kalemlerle yaratılabileceği sanılıyor ya burada. Bazen karanlığa ihtiyaç olduğu gibi ışığa da ihtiyaç var bu dünyada. "Şu an değil..." diyorum, ama anlamıyor insan... Şu kar beyaz sayfada siyah mürekkep gerekiyor son noktayı koymak için; ne fayda! Anlamıyor, hiç anlamayacak insan...

Sayfa 78.

Aynalar düşman kesilmiş bana... İnanmak istemiyorum, ama diretiyor gözlerim. Yüzümdeki soluk beyazın anlamsızlığına inanmak istemiyorum ben... Hayallerime attığım, hâlâ kanayan o çizikleri görmek istemiyorum. Bana hayat veren renklerin yok oluşlarını izlemek istemiyorum artık.

"Onlardan" biri olduğuma inanmak istemiyorum ben.

-Son-

2 Kasım 2010 Salı

On Üç Mum

Kollarını dolamıştın bana... Siyah eldivenlerimizdi ellerimizle birlikte tüm duygularımızı ayıran. Gizlice birbirimizi öldürüyorduk yalnızlığımızla. Dokunamamanın acısından kalan izler yüzümüzü esir almış... Buz gibi, taze bir rüzgar gezindi saçlarımızda. Mumlara umutla üfleyen o çocuğun inadı vardı soğukluğunda... Ürpermiştim söndüreceği mumları sayarken, gülümsemiştin.

"Bana güveniyor musun?" diye sordun birden.
"Her zaman."
"Ben burada olmasam da mı?"
"Evet..."
"..."
"Kim bilir, belki de yalnızca boş yastığıma güveniyorum..."

İç çektin...
Yine ürperdim, tüm mumları senin iç çekişin söndürmüştü sanki. 

"Seni bu uçurumdan aşağı itsem de mi?" Yine ifadesizdi soluk yüzün...
"Evet."
"Elinden tutmaya çalışmasam düşerken de?"
"Sana yalnızca güveniyorum..."

Nedeni de yoktu, mantığı da.
Ayaklarımızın altında denizin, tüm kelimelerimizi tekrar tekrar fırlattı kayalara. 
Ayaklarımın altında deniz... Tüm kelimeleri fırlattı kayalara, geçmişin fotoğraflarını fırlatırcasına camdan aşağıya... 
Ürperdim ben yine, söndürecek mum kalmamasına.

" 'Atla,' desem, 'aşağıya!'... Güvenir miydin yine bana?"
"Boş yastığıma da olsa... Ben yalnızca güveniyorum."

Kolların rüzgarda dağılan yapraklar gibi binlerce parça... Gözlerimin önünde deniz...

Yine ürperdim ben... Mumları sayacak zamanım olmamasına.



Tek Bir Kitap

Koca bir hayat;
Her gün ayrı bir mücadele, buz gibi zeminden kalkmak için... Yeni bir kaos, içinden çıkılması gereken. Soğuk, karanlık geceler; gündüzlerden fazla bazen. Düne esmeyi reddetmiş rüzgarlarla savrulmak oradan oraya...  Haksızlıklara göz yumup, kendini kandırmak "adil bir şeyler var buralarda" diye. Dünyayı değiştirebileceğine inanmak çocukken; bazen de çocuk olarak kalmak...
Koca bir hayat;
Yazdığın o sayfaları eski püskü bir sandığın unutulmuş köşesinde bulmak en sonunda... Sonra doya doya ağlayamadan gitmek uzaklara.
Koca bir hayat;
Tek bir kitapta. Tek bir sayfada belki. Kelimelerde, noktalarda... "Yaşama"nın yanında; o kelimelerle anlatılamayan şeyin...

28 Ekim 2010 Perşembe

Uçurtmalar

Sessizce oturup izlemeye devam etti karlı, kalabalık geceyi. Apayrı dünyalar, binlerce farklı hayat kesişiyordu parlak caddelerde... Binlerce ayrı yıldızın ışığının birbirine karışması gibi, tüm duygular iç içe girmişti.
Rahatsız edici uğultudan kurtulmak için kulaklıklarını takıp müziğin sesini tahammül edebileceği kadar açtı. Gözlerini kapattı. Bazen karanlık, rengarenk ışıklardan bile daha güzeldi onun için. İstediği dünyaları yaratma imkanı veriyordu ona... Kelimelerin akışını izleme imkanı veriyordu. Güzel olan karanlık değil, karanlığı istediği gibi aydınlatabilmesiydi aslında.
"Hiç karanlığı gerçekten gördün mü sen?" şarkı kulağına yumuşacık bir sesle fısıldarken adeta tüm harfleri hissetti ellerinde. Tüm adımları, tüm insanları...  Zamanı hissetti omuzlarında. Kaldırılması mümkün olmayan bir ağırlık gibi.
"Uçuşan yapraklar asılı kaldı havada... Yazılan sözler yarım kaldı hep..."  Neden sadece şarkı sözlerinde olurdu ki zamanı kaldırabilecek güç? Git gide daha da ağır geliyordu her şey... Omuzlarındaki ağırlığı ikiye katlıyordu kar tanelerinin düşmeye devam edişi... Durduramıyordu bunu da, yanaklarından aşağı süzülen yaşları durduramadığı gibi. Bir saniyeliğine donmuş bir dünyayı tadabilmek isterdi gerçekten de... Her şeyden çok.
"Titriyordu ellerin, düşürmekten korkarcasına bir şeyleri... "
Avuçlarında ne olduğunu düşündü bir süre. Bomboş avuçlarında kimin elleri olmuştu ki düşürmekten korkabileceği? Gözlerini açtı. Kar taneleri nefesinin sıcacık dumanında eriyordu usulca. Eldivenlerini çıkarıp bembeyaz tanelerin avuçlarına konmasına izin verdi.
"Kimse bize bir hayat vermiyor... Biz onu zor yoldan kazanıyoruz..." Düşünceler akıp gidiyordu ruhundan, ama onları dinlemek istemedi. Sadece ellerindeki soğuk, ama bir o kadar da güzel hisse ve binlerce rengarenk, muhteşem ışığa odaklandı... Tüm o gülümseyen insanlara...
Yüzünde silik bir tebessüm belirdi onun da. Bu harika manzaranın önünde mutsuz olmak delilikti. Eve gidince kapıyı açacak kimse yoktu belki, ama eve gitmesine gerek de yoktu... Onu bekleyen kimse yoktu ya. Yalnızca ışıkları izleyerek oturabilirdi aynı bankta.
Tuhaf uğultuda kaybolmak için kulaklıklarını çıkardı bir daha takmamak üzere. Rahatsız edici gelmiyordu şimdi, aksine heyecan vericiydi... Bir uçurtmayı uçururken içine dolan sıcaklığı hissetti birden. Burada özgürdü... Uçurtması gibi uçabileceğine inanan bir çocuk kadar hem de.

22 Ekim 2010 Cuma

Aynanın Arkasında

Kar yağmış yıldızların üstüne...
Buz kesmiş ışıkları benim üstümde.
Boş evin camında anlık bir parıltı beliriyor sanki... Heyecanla kapıyı çalıyorum.
Kimse açmıyor... Ne bekliyordum ki?
Belki kırmızı bir mum, uzun süredir unutulmuş olan...
Herhangi bir yerde, herhangi birinin ateşinin ışığını saçan geceye.
Titreyen gölgelerle seslenen etrafa, "Ben hâlâ yaşıyorum..." diye.
Erimesine aldırmadan minicik umutlar biriktiren ısınınca yüreği.
Bir şekilde "Ben hâlâ ölüyorum..." demiyormuş gibi...

12 Ekim 2010 Salı

Üç Gümüş Yaprak

 Jonathan otuz dört yılının tek kelimelik özetini düşünürken Deja derin bir nefes aldı.
"İlk iki gümüş yaprak hepimize gönderildi. Üçüncüsünün de çok yakında geleceğine eminim... Öleceğiz, Jonathan."
"Bunu biliyorum..."
Jonathan'ın beklediğinin aksine, Deja'nın yüzünde öfkeli bir ifade belirmişti. Bağırmak için doğru kelimeleri aradığını hissedilebiliyordu.
"Biliyor musun? Gerçekten mi? Peki niye hâlâ gelecek için planlar kuruyorsun?!"
Cevap vermeye gerek bile yoktu... Jonathan arkasını dönüp gitti. Bazen her şey inanılamayacak kadar basit oluveriyordu. Deja'nın yapayalnız ölmesine izin vermek, onu sonsuza gömüp yok etmek o kadar kolaydı ki...
"Ben birilerini bu kadar kolay silebiliyorsam, birileri de beni bu kadar kolay silebilir mi?.."
Endişe ve korku, duvarda yavaşça yayılan çatlaklar gibi ilerlemeye başlamıştı. Neden bu kadar önemliydi ki nasıl öldüğün?.. Neden önemliydi yalnız olmamak?
Jonathan bir saniyeliğine her şeyin donduğunu hissetti. Sonra o his yok oldu, ama garip bir şeyler vardı...
"Yukarı bak."
Fısıltı daha Jonathan gerçek olup olmadığını anlayamadan gitti. Tedirgince gözlerini gökyüzüne çevirince gördü... Parlak, gümüş rengi yaprak zarifçe süzülerek Jonathan'ın omuzuna kondu. Üçüncü yaprak gelmişti... Yolun sonu gelmişti. Yaprağı yere attı.

"Jonathan!" Steve'in sesi çok yakından geliyordu.
"S-steve... Neden geldin?" Jonathan sesinin neden titrediğinden emin değildi... Soğuktan mıydı, yoksa korku muydu ürpermesinin sebebi...
"Deja çok karamsar... Umut var. Hep var. Hâlâ ölüm kesin değil ki... Üçüncü yaprak hâlâ gelmedi."
Jonathan kederle gülümsedi. Steve'in umudunu kıramazdı, kırmamalıydı.... Onu hep koruyan kişi olarak, son ana kadar umutlu, mutlu olmak en büyük hakkıydı
"Steve... Umut var, hep olacak..." Jonathan düşünmek için biraz durdu. Onu en çok üzecek şey, kimsenin elinden tutmaması olurdu ölecekken... Yapayalnız kalmak...
"Deja'nın yanına git Steve. Çok korkuyor... Ona yardım et."
"Sen gelmeyecek misin?"
Steve'e doğru dönüp hafifçe gülümsedi Jonathan. "Geleceğim..." Son nefesinin bembeyaz buharı gökyüzüne yükselirken, tek hissettiği şey huzurdu.

Parmak Uçlarında

Gecenin bu saatinde kim bu kış şehrinde yapayalnız ayakta durmak ister ki?..
"Ben..." diye düşündü Jamie.
Herkes yabancı, soğuk evlerde ölmüş...
Birinin "Orda mısın?" demesi için yalvarıyordu sanki yürekleri.
"Orda mısın?" dediğinde cevap vermeyen birine bile sahip olamamıştı Jamie.
Onun sevdiği şehirdi bu. Kimsenin kirletmediği şehir... 
Kimsenin onu görmediği şehirdi onun sevdiği. 
Geceyi yeni yeni keşfediyordu sanki.
Hiçbir şey bilmeyen küçük bir çocuk gibi...
Ellerini gezdirdi bomboş banklarda.
Ellerini gezdirdi herkesin gözlerinden uzak lambalarda...
"Keşke"ler gezindi saçlarında, ılık bir rüzgar gibi.
Tek çare yeniden başlamaktı, yine.
Yapacaktı... İzin verse karanlık,
Unutacaktı geldiği yeri...
Ama gölgesiyle birlikte
Jamie peşinden sürüklemişti hüzünleri.
Sessizliği bozmamak için içine attı hepsini.
"Orda mısın?"
Sessizliği bozmamak için cevaplamadı yabancı sesi.
Yalnızca yürüyüp gitti parmak uçlarında...

7 Ekim 2010 Perşembe

Şimdi

Bomboş, renksiz bir dünyada kaderimle saklambaç oynamaktan daha delice ne olabilir?...
Tüm evler terk edilmiş. Yollar yeni adımlar için yalvarıyor.
Duvarlara simsiyah yazılmış anlamsız cümleler;


Ben olsam geri dönerdim.
Birkaç adım daha atarsan pişman olacaksın.

Görmezden gelmeye alıştım ben. Başkalarının umutsuzluğu benim sorunum değil...
Minicik parıltılarla dolu, terk edilmiş bir oyuncak dükkanı. Kapıyı açabilmek isterdim... Kilitli.


Hadi, bomboş bir dünyada hayali arkadaşlarınla oynamaya devam et.


Kurumuş dallarıyla, yaşlı bir ağaç. Ona yardım edebilseydim... Daha erken gelebilseydim...

Hepsi senin suçun. Öyle olmasa bile herkes öyle sanıyor.
Burda keşfedilecek yeni şeyler yok... Git ve uyu.


Pişman olmak çözüm değil... Yazılanları silemezsin, yalnızca yanlarına yenilerini yazabilirsin.

İnsanlar kalemleri yok etti.
Kimse daha fazla yazı yazılmasını istemiyor.
Tüm bu umutsuz yazılar senin yüzünden var.


Köşede bir yerde mutlaka bir kalem olmalı... Gitmeden önce en azından bir tane saklamış olmalıyım.
Çok tanıdık bir tarçın kokusu. Eski evime yaklaştım.

Hemen, şimdi geri dönebilirsin. Bu boş dünyayı kendi haline bırak.
Artık burda kimse seni beklemiyor. Kimse sevmiyor.


Odam örümcek ağlarıyla kaplanmış olsa da benim odam. Lacivert, küçük bir boya kalemi... Bu işimi görür. Yazmaya hemen başlamalıyım.

Bizim kusursuz düzenimizi bozdun.


Yazmak yerine düzeltmek daha doğru olabilir...

Bizim kusursuz sıkıcı düzenimizi bozdun. Teşekkür ederiz.
Duygular yalnızca insanı zayıflatır aydınlatır. Gerisi insana kalmıştır.


Bu evlerde hayat vardı...
Peki şimdi herkes nerde?

Umut, eninde sonunda sönecek sönmesi imkansız olan bir ışıktır.
İnançlar, görülemeyecek kadar küçük ve değersiz şeylerdir. Buna rağmen, dünyayı tek bir dokunuşlarıyla değiştirebilecek kadar değerli ve güçlüdürler.


Belki de burayı kendi haline bırakmam gerekiyordur...
Belki de buradaki insanlar böyle bir dünyayı hak ediyordur.
Belki düzeltmek kötü bir fikirdir, yazmam gerekiyordur...

Yanıtlar hep oradadır, yalnızca soruyu duyana kadar saklandıkları yerden çıkmazlar.


Hiçbir şey bilmiyorum sanırım... Hem bu dünyayla ilgili, hem de kendimle ilgili.

Bir şeyler öğrenmenin tek yolu, bir şeyler "yaşamaktır".

Şimdi, gitmek için en uygun zaman...

Sessiz

Dünyanı esir alan fırtınanın ortasında...
Şimdi ne yapacaksın?
Herkes gidiyor. Kimse arkasına bakmıyor... Kimse bakamıyor.
Acele, telaş, kargaşa...
Hatırlanacak mısın?
Üstünü örten sessizliğin arasında...
Unutulacak mısın sen?
Yoksa yalnızca sen değil,
Tüm hayatın mı olacak sayfalardan silinenler?..
Herkes yürüyor. Kimse ayak izini bırakamıyor... Kimse bırakmıyor.
Kimse umursamıyor.
Unutacak mısın sen de?
Düşen her yıldıza göz yumarak,
Hayatın her karesini silip atacak mısın ruhundan
Yalnızca "hafif" olmak için...
Yok olacak mısın sen?
Körü körüne inanacak mısın öleceğine?..

...

Buz

Ayın gözlerine bakıp, güneşi beklemekti yaptığım.
Yaptığım, yalnızca bulutlara "çekilin!" demekti küçücük bedenimle.
Yaşamak için tek bir günü olan kelebeğin zarif çırpınışlarıydı gözümün önünden akanlar.
"Bitti..." dedim.
O bomboş, soğuk yatakta...
"Ben burdayken bitemez."
Çok derinlere gömülüydü sanki sesin.
Öyle bir ışık yandı ki kapının ardında...
Cennetin saklı köşelerinden düşen bir tüy parçası gibi süzülerek gittim ışığa doğru.
"Dokunamam..." dedim.
O bomboş, soğuk rüyada.
"Ben burdayken ateş bile soğuktur."
Çok yakındı sanki sesin...
Kulağımın yanında. Kanatlarımın arkasında.
Gölgemde saklı belki... İçime üflenen sıcacık bir nefes gibi.
"Üşüyorum..." dedim. "Öleceğim."
Git gide daha da derine düşüyordum kendi gözlerimin arkasında.
"Hayat soğuk... Ama ölemezsin."
Karanlık bir denizin ortasında birden duyulan güvenilir, ılık bir kelime gibi...
Neden bu kadar soğuktu her şey?...
Neden kıpkırmızı ateş bile eritemiyordu buz tutmuş ümitlerimi?

...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Güçlü ve Sakin

Güçlü ve sakin olmayı Jack öldüğünde öğrendim.
Kanı, bembeyaz karı kırmızıya boyamıştı. O soğuk gecenin ortasında öylece, bomboş bir bakışla yatıyordu yerde... Gülümsediğini gördüm, dudaklarını oynattığını gördüm... Hâlâ orada olduğunu gördüm. Oysa yalnızca görmek istediklerime bakıyordum o an.
Yanımda küçücük bir kızla kalakalmıştım, karlardan bile daha saf olan... Yavaşça yere oturdu. Elini düşürdüğü bembeyaz güllerin üzerinde gezdirdi. Kar gibi, onlar da kırmızıya boyanmıştı. Titreyen elleriyle gülleri dudaklarına değdirdi usulca. Ağlamadı, ağlayamadı belki. Ama fısıldayarak Jack'i çağırması acı dolu çığlıklardan daha beterdi.
"Jack?"
...
"Jack... Orada olduğunu biliyorum..."

Güçlü ve sakin olmayı Jack bana cevap vermediğinde öğrendim...
Fısıltılar haykırışlardan da öteye geçmişti. O kız ağlamıyordu... Ama umut dolu gülümsemesi her şeyden daha çok yakıyordu canımı. Burnundan sıcacık bir buhar yükseliyordu görünmeyen yıldızlara, Jack'in yanına... Konuşmak isteyip de yapamayan bir melodi gibi, gözlerini kapattı küçük kız, yavaşça dudaklarını araladı... Hiçbir şey söylemeden, öylece durup bekledi tanrıdan bir işaret beklercesine. Hiçbir şeyin adil olmadığını anladı o zaman...
Hiçbir işaret yoktu.
Tek bir soluk bile...

Güçlü ve sakin olmayı nefesim kesildiğinde öğrendim.
Kahkahaları yırtan bir gürültü duyuldu... Anlam veremeden etrafıma baktım... Sonra yerde yatıyordum. Adımlarımın karda yarattığı küçücük oyuklar ılık kanla dolmuştu. Gökyüzüne baktım, kar tanelerinin doğduğu yere. Sanki saniyelerimdi düşenler...
Ve son kar tanesi dokundu buz gibi zemine Sessiz, çok sessiz bir çığlık duyuldu.

"Jack?.."

26 Eylül 2010 Pazar

Boya


Sabahları, güneşin ilk ışıkları altında yalnızca siyah beyazdır şehir... Binlerce soğuk nefes, soğuk beden yürür duygusuz caddelerde. Söylenmeyen harfler anlamsızca gezinir ölü tenlerde... Bir şey ararcasına. Beklenti dolu, parlak bakışlar iliştirilmiştir bu donuk tabloya. 
Hızla gelip geçen hevesler gibi koşar adımlarla ilerleyen insanların arasında gizlenmiştir "cevabı olanlar." 
Duranlar... Onları arar parlak bakışlar, harfler, sıcacık dokunuşlar... Aynalara bakmış olmak için değil, görmek için bakanlar.
Alevleri kızıla boyayanlardır onlar. Onaylamaz bakışlar altında çırılçıplak soyunmuş, haykıranlardır "Neden?" diye soranlar... Ama görülmezler, duyulmazlar. Duyulsalar da unutulurlar bile bile. 
Gerçeklerin yüzlerine attığı çizikleri bile yok edebilirler hayalleriyle...
Özgür olanlardır "cevapları olanlar".
Kimse umursamazken dökülen yaprakları, birileri sarıya boyar onları. 
Elinde bir kalemi olanlar...
Herkes bir hikayeyi yaşarken, yenilerini yazanlardır onlar.
Cevapları olanlar...
En günahkarlar... En isyankarlar.
Soruları olanlardır "cevapları olanlar".
 

24 Eylül 2010 Cuma

Başlangıçta...

...Bir belirsizlikle başlar her şey... Sonsuz bir gölge gibi seni yutar birbirinden farksız sabahlar... Kimse umut dolu sözlerle arkanda duramıyordur o an, tamamen yalnızsındır başı, sonu olmayan bir yolda. Tek yapabileceğin şey, kanatlarını bulana kadar yürümektir... Ya da kendin çizersin yolunu. Kendin yazarsın eski harflerin üstüne, kendi kanatlarınla yarışırsın kuşlarla. Kitaplarını yakarsın çaresizlikten... Kırmızıyı görmek için... Ateşi görmek için feda edersin yarınlarını.  Öyle bir gün gelir ki, tüm sözlerini bozarsın bir saniye için.  "Bu günü" anlarsın koskoca hayattan... Sonra saniyeler küçülür kulağında, yıllar, günlere dönüşür adeta... Ve biter. Hepsi, her şey... Belirsizlikle başladığı gibi, belirsizlikte kaybolur gider tüm elde ettiklerin... Siyah beyaz fotoğraflarda çırpınır yemyeşil gözlerin, dokunamazsın, tutamazsın elinden... Kim bilir, birisi gelir, adını anar bomboş odada, belki yarınlara yankılanır tüm harflerin...

16 Eylül 2010 Perşembe

Son Defa

Yine evde boş boş yürüyorum. Amaç yok, hiç olmadı...
Gökyüzü gri. Mutfaktayım, yerde bir kağıt parçası...
"Pazartesi, amaçsız yürüyüşüm dışarıda olacak"
Okunaksız bir el yazısı, yine bir vaat. Hâlâ sıkılmadın mı?
Ah Sarah...
Sen hiç aynaya gerçekten baktın mı?..
Peki ya denizlere
Görmedin mi her şeye savaş açmış dalgaları?
İlk günkü gibi, bir çocuğun umuduyla salmışsın saçlarını
Rüzgara...
Gülümsüyor gözlerin pes etmeden
Yaşla dolmuş olsalar da...
Ah Sarah...
Hiç tam olarak ağlayamadın mı?
Güneş batarken turuncuya dönen bulutları günün yorgunluğuyla izlemeden
Gündüzü gördüğünü mü sandın?
Daha hiç yaşamadan
Ölebileceğine inandın mı?


"Son defa"ların verdiği haz... Belki de hayatımın tek mutlu anı...

14 Eylül 2010 Salı

Fırtınadan Sonra

Yıldızlara bak... Ve şimdi onları unut.
Çünkü göreceksin, duyacaksın, hissedeceksin... Sonra da öleceksin.
Ama neden?
Kimse sana "dur!" demeyecek. Yürüyüp yürüyüp düşeceksin.... Kimse adını ikinci kez söylemeyecek.
Rüzgarı tut ellerinde, ve sonra bak... Bomboşlar. Avuçların... Hiç.
Umut edeceksin, ama hiç bir mucize olmayacak.
Belki de bu son defa olacak.
Belki de sen göremeyeceksin bile.
Bomboşlar... Avuçların... Hiç. En ufak bir adalet kırıntısı yok...
Tüm dünya senden nefret etseydi?
Dünyayı reddederdim.
Reddettim.
Ve belki...
Onlar da seni reddedecek. Hayat, pembe çiçeklerin açtığı bir bahçe değil.
Hiç olmadı.
Bana gökkuşağını gördüğünden bahsetme...
Hayır, hayır... Bana sakın gelip de o ölüm fırtınasından sonra basit bir gökkuşağından bahsetme.
Binlerce ruhu katleden o yangından sonra etrafa saçılan zarif ateş böcekleri gibi dağılacak renkleri anlatma, duymak istemiyorum bu hikayeyi!
Bana görünmez bir mutluluğu anlatma gözümün önünde yaşanan acıdan sonra.
Yalnızca cevap ver bana.
Neden?.. Nerde adalet?




Fısıltı

Camımı esir almış buğu gözlerimi sarıp sarmalıyor yavaşça... Şemsiyesi olmayan adam yok oluyor pek bir renksiz dünyamdan. Mutfaktan hiç ses gelmiyor... Hiç.
Eski dost sonbahar çat kapı giriyor odama, ruhuma işliyor... Yağmurları içime akıyor. Herkesin unutmak istediği damlalar onlar... Yerler ıslak, kimse adım atmıyor. Kimsenin ayağı minik minik dalgalara dönüşmüyor...
Mutfak boş belki... Belki de gitti. Kalkıp bakmaya bile halim yokken gerçekten umurumda mı sanıyorsun?
Sen hep durup izlemeyi sevdin zaten...
Cılız rüzgarın bile önünde duramıyor hiçbir şeyim... Uçuşup duruyorlar saçlarım gibi, bana aitler, ama benden bağımsızlar.
Çok kere dinlenen sıkıcı bir melodi gibi dolduruyor kulağımı gök gürültüleri.
Kimse yok... Kimse onları izlemiyor benden başka.
Ve en kulak tırmalayanı da tek bir nefes... Yalnızca bir...


10 Eylül 2010 Cuma

Stockholm

"Uçacağız" diye söz vermişti yabancı. Daha ben her kuşun düşmeye mahkum olduğunu bile bilmiyordum... 
Acı, karanlığı yarıp daracık odanın duvarlarında gezinirken daha ilk göz yaşım soğuk zeminde kurumamıştı. Bunların hiçbiri adil değildi. Böyle olmaması gerekiyordu... Ben olmamalıydım.
"Hayatta yalnızca iki şey gerçekten vardır." demişti ve ne olduklarını söylemeden beni terk etmişti. Ona göre gerçekten var olan her şey bir gün gerçekten yok olurdu. 
Tüm yaşadıklarımı, geçirdiğim her saniyeyi ikiye ayırabilirdim; olması gerekenler, ve olanlar. Kurallar ve yapılanlar... Hayatım gerçekten bunlardan ibaretti. Ölürken gözümün önünden geçecek film şeridini görmek istemiyordum.  Her şeyin çabuk ve acısız olmasını istiyordum...
Onu gördüğüm son andı. Her yer bembeyazdı ve simsiyah giyinmiştik. Arkamızda ayak izlerimiz zamana meydan okuyordu. Ayrılık acıtıyordu. Ben daha da fazla acı istiyordum. Alışkanlıktı bu, hiç tanıyamayacağım bir yabancıdan edindiğim bir alışkanlık... Hep düşerdi o, düştüğünde çok canı  acırdı. "Düştüğünde canın ne kadar acıyorsa, o kadar yüksekte uçuyorsun demektir..." Son sözleriydi o yabancının en sevdiğim şeyi.
Bazen, daha fazla canınızın acıyamayacağını hissediyorsunuz... Ve bir anda her şey anlamını yitiriyor. Hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Sanki kanatlarınız var, ama uçacak yer yok gibi...
O zaman anlamıştım neden sürekli daha çok mutlu olmak istediğimi... 
Mutluluk bir hiçti, koca bir hiç. Kimseye yetmeyecekti. Gerçek değildi o....
Ölüm acıtıyordu, çünkü hayat çok güzeldi.
"Hayatın için... Bir söz ver bana."
Bana çok eskiden kalma tozlu bir soru sordu. Onun başlangıcıydı bu soru, acının mükemmelliğini anlamasını sağlayan şeydi. Onu buralara o getirmişti. Ve beni de bambaşka bir yere götürecekti. 
"Ben... Uçacağım..."

8 Eylül 2010 Çarşamba

Üç Dakika

Bir şarkının hayatınızı değiştirmesini bekleyebilirsiniz.
Ya da bir şarkıda hayatınızı değiştirebilirsiniz. 

Yüzümü yağmura dönüp ileriyi izlemeye başladım. 
"Kimi bekliyorsun?"
Deliliğimin kanıtı olan yanımdaki adama verebileceğim hiçbir cevap yoktu. Ne diyebilirdim ki? 
"Sana diyorum!"
Gözlerine keskin ve ısrarcı bir bakış takmıştı. Bu beni rahatsız ediyordu, ona bir cevap vermeliydim... Ama çok saçmaydı. Eğer o gerçekten de benim hayalimse...
"Cevabı biliyor olmalıyım değil mi? Evet biliyorum. Ama sen söyle istiyorum. Acı çekmeni istiyorum."
"Sen bensin! Neden acı çekmek isteyesin ki?"
"Çünkü ben doğmadım, yaşamıyorum, ölmeyeceğim. Hiçbir şey hissetmiyorum. Ama sen hissediyorsun!"
"Hiç!! Hiç kimseyi beklemiyorum tamam mı!?"
"Güzel..."
Huzurlu olması gereken koyu sessizlik sonunda geri dönmüştü. 
"Ta ki bir şarkının çaldığını fark edene kadar..."
Telefonum çalıyordu. En sevdiğim şarkının ilk kelimelerini duymak beni biraz da olsa rahatlatmıştı. Yine de yanımdaki adamın gerçek bile olmayan merakı binlerce iğne gibi her yerime batıyordu. Kimin aradığına bakmayacaktım...
"Bana inat, değil mi?"
Cevap vermeyecektim...
"Seni parmağımda oynatabiliyorum, görüyorsun işte!"
Sinirlenmeyecektim....
"Kimin aradığına bakmayacaksın çünkü bakmanı BEN istemiyorum! BEN! Gerçek bile olmayan biri!"
"Lanet olsun kapa çeneni!!"
Bu koşullar altında sakin olmaktan söz edilemezdi. Yanımdaki herifi zayıf noktasından vurup yok etmeliydim. Ama o bendi, ya da ben o... Plan bile yapamazdım.
"Şarkı çalmaya devam ediyor...La la la..."
"İstiyorsan telefonu senin eline tutuşturayım ve kimin aradığına sen bak..."
...
O hiçbir şey yapamazdı. Zayıf noktası buydu. Onun bir bedeni bile yoktu.
"Bakabilir misin? Bakamazsın. Zavallının tekisin! Bana muhtaçsın! Seni hayal etmem gerekiyor, yoksa öleceksin!"
"Peki ya hayallerini kontrol edemezsen?"
Kendi kendime cevap vermeyecektim. Kesinlikle ama kesinlikle vermeyecektim... Bu sefer olmazdı...
"Şarkı devam ediyor... La la la..."
Telefonum kararlı bir şekilde çalmaya devam ediyordu. En sevdiğim şarkı bile beni rahatlatamıyordu şimdi. Kendime bir yumruk atsam yanımdaki adamın da canı yanar mıydı diye merak etmekten kendimi alamıyordum. 
Kimin aradığına bakabilirdim... Sonra telefonu açıp delirdiğimi söyleyebilirdim, yanımdaki heriften bahsedebilirdim ve büyük ihtimalle beni bir hastaneye yatırırlardı.
Ya da kim olduğuna bakmadan telefonu kırıp ilerideki boşluğa doğru yürüyebilirdim. Nasılsa yol bir yerlere götürürdü... Yollar hiç ihanet etmezdi. 
Telefon hâlâ çalıyordu, şarkının sonuna gelmek üzereydi. Hava yağmurluydu. Yanımda gerçekte olmayan bir adam vardı ve uzaktan insan sesleri geliyordu. 
"Gözlerini aç."
"Ne?.."
Manzara harikaydı. Yağmur azalmıştı ve uzaklarda bir yerde bir gökkuşağı belirmişti. 
"Yaşamıyorum galiba... Ama yaşadığımı hissediyorum."
Bu adam ilk kez mantıklı konuşuyordu. Gökkuşağı... Gerçekten de mükemmel hayatımın sonu gelmiş olabilirdi. Ama oraya baktıkça yaşadığımı hissediyordum.
Buraya doğru koşan kızları gördüm. Bir zamanlar arkadaşım olan şeytanları gördüm... Yalanın bedenini gördüm ben. 
Söyledikleri şarkının hayatlarını değiştirmesini bekliyorlardı...
Evet, bunu ben de yapabilirdim. 
Ama ben bir şarkıda hayatımı değiştirmeyi seçtim. Ve gökkuşağının başlangıcını bulmak için ilk adımı attım. Yanımda kimse yoktu. Yapayalnızdım...
Ve telefonun çalması durmadan önce şarkının son sözleri duyuldu... Hiç anlayamadığım sözler... 

Üç dakikalık kısa bir şarkı... Üç dakikada delirdim, üç dakikada öldüm... Ama en önemlisi... ben üç dakikada yaşadığımı hissettim. 

5 Eylül 2010 Pazar

Yarım kalmış...

Sisli bir gürültü duyuluyor.
Camlar bile artık kırılmak için yalvarırken ben ayaktayım. En öndeyim, ya da belki en arkada...  Kimin umurunda, tüm ışıklar için bir "son"um. Ne haddime ki bunlar; haykırırken bile ses çıkarmaktan korkan bir çocuğum. 
Hepsi basit bir göz kaleminin suçu anne. Ben bir şey yapmadım...
Sabah okula gitmemek için hasta numarası yapan o tatlı prensim hâlâ. Adını bile bilmediğim bir günden kalma kar taneleri tekrar tekrar uçuşuyor içimde... Bıraksalar yine gider, yine kardanadam yaparım öleceğimi bile bile. 
Ben on yedi yaşındaydım üçüncü ölümümde... Diğerlerini hatırlamıyorum bile. 
Bağırışlar sıcacık yankılanıyor içimde dün gibi. 
"Senin derdin ne Ryan? İlaçlarını içmedin mi? Yoksa erkekarkadaşın falan mı öldü?"
İlaçlarımı içmiştim o gün. Hep içerdim... Ve bazen de olması gerektiğinden biraz fazla. 
Ölümüm bile yarım yamalak oldu anne... Ama benim suçum değil. Gerçekten.
Yarım kalmış bir bedenle ölümü izlemek, o bedenle ölmekten çok daha ağır gelmişti o gün. O gün her şey farklıydı... Beni o gün kendi nefesimle boğmuşlardı.
"Kimin umurunda ki Joe... Aptal bir göz kalemi."
Basittir bazen gerçekler... Kulaklıksız dinleyemem müziği hâlâ. Dedim ya, korkarım sesli haykırmaya... Yarım kalmış öykülerin ağırlığı gibi yüklenir omuzlarınıza dünya, yarım kalmış bedenler olarak. 
Ve o gün beni suçladınız.
Ne bekliyordum ki? Çok basittir gerçekler...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Başka Bir Hikaye

Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Karanlıklara sarınmıştı. Utanç vardı yüzünde... Aldırmadım, çekip aldım örtüsünü üstünden. Can çekişen bir hayvan gibi inlemesi odanın her köşesini doldurdu. Duymadım... Görmedim... Attım onu aşağılara. Saatlerce düştü... Sabredemedim.
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Hayalleri vardı. Çok sıradandı... Çok romantikti. Öldürmesi çok zevkliydi... Elleri bağlıyken çığlık atıyordu. Ağlıyordu, yalvarıyordu yapmamam için... Yaptım. Hiç söylemezlerdi ama sonradan hep minnettar olurlardı bana... Biliyordum.
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Hamileydi. Hayatını kurtardım o acemi ruhun, onu acıların arasından sıyırıp aldım...
Ben bir kadını öldürdüm dün gece...
Geceleri uyumayıp, kabusları gündüze saklıyordu o... Perdelerden ışık girince daha az korkuyordu. Ama sadist kız kardeşi perdelerini açmamıştı... Onu yatağa bağlamıştı. İlk başta anlam verememişti o zavallı kadın olanlara, ama sonra tatmıştı kardeşinin kıskançlığını. O keskin kıskançlıktan bile kurtulduktan sonra da küçük, mavi gözlü bir çocuğa yenilmişti.
Ben bir kadın öldürüyorum her gece. Her gece yeniden ve yeniden... Her seferinde başka bir hikayeyle.
Söylemiyorlar ama biliyorum ben... Minnettarlar bana.

2 Eylül 2010 Perşembe

Şarap

Oda ilk kez soğuktu. Yatak ilk kez bu kadar kocaman... Herşey ilk kez bu kadar karanlıktı gözümde. Çünkü daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben...
Hiç tüm yorganın bana ait olduğunu hissetmemiştim. Odadaki her nefes benimdi... Her bakış, her kalp atışı... Her korku. Minicik bir kafeste kendi kuklalarımla delirmemek için savaşıyordum. Sen yoktun, yine de sarı hırkamı giymiştim seversin diye... Yine de mavi yatak örtüsü vardı yatağın üstünde... Çünkü başka bir şeyim yoktu benim.  Yalnızca senin sevdiklerin...
Daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben...
Her gece, her rüyada, her kabusta... Hep seninleydi müzikler, danslar... Hiçbir şey hissedememekten korktuğumda yatıştırırdın beni, yine duvarları karalardık öfkeyle, tutkuyla, elimizde ne varsa...
Daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben... Hiç gerçekten boşlukta olmamıştım.
Her gece, her rüyada, her kabusta, her saniye, her yeni çizgide... Bir şeyler eksikti zaten başından beri. Fark etmemiştim. İçim sıcacık olduğunda, her taraf kıpkırmızıyken, uykuya dalarken... Çünkü daha önce hiç yalnız uyumamıştım ben... Hiç.

Mükemmel Bir Oyun

Evinizle bir hapishanenin tek farkı, evdeyken istediğiniz an dışarı çıkabilecek olmanızdır... Ama hiç çıkmazsınız.


Uyanın artık.

Her insan koşmak ister. Kaçmak, yağmura rağmen koşmak... İşte bu yüzden dört duvar arasına tıkılı herkes yağmurlu havalarda hüzünlenir.

Suçu şarkılara atmayalım... Asıl katil biziz.

Mutlu musunuz? Şimdi, tam şu an. Bilgisayarın başında, sıcacık ve tanıdık evinizde... Odanızın unutulmuş köşelerinde bekleyen düşmanlardan habersiz...

Tabi ki mutluyuz... Bundan daha mükemmel bir hayat olabilir miydi ki?..

31 Ağustos 2010 Salı

22:22

Uyuyamıyorum.. Uyuyamıyorum işte. Deli gibi yağmur yağıyor ve elektrikler yok... Uyumaktan başka yapacak bir şey yok, ama uyuyamıyorum. Saatin başında geçiriyorum artık her dakikayı... 13:13, 14:14, 20:20, 03:03, 05:05... Eskiden özeldi bu saatler, şimdi her gün 24 tane yakalıyorum onlardan. Kabuslar korkutucuydu, en azından korku vardı... Şimdi yatağımda beni bekleyen sıradan dostlar onlar, korku bile öldü. Yıldızlar yalnızca minik susam taneleri, hep varlar odamda... Bazen kuş seslerini duyuyorum, sonra birden susuyorlar... Ve gün bitiyor... Bir gün yine susacak kuşlar, bir daha hiç ses çıkarmayacaklar. Ben yatağımda o günü bekliyorum... Belki biri kapımı açar, elimden tutar, perdelerimi açar diye...
Açmıyor... Fark eder mi? Yok, etmez! Bekliyorum belki güneş de doğar odama diye. Doğmuyor... Fark eder mi? Yok, etmez... Ben beklerim yine de.

Kırmızı Boş Kanepe

Müzik çok hüzünlüydü... Ayağımın altında acınası haldeki tahtalar adımlarımın ağırlığıyla inliyordu. Sessiz olmaya çalışarak kocaman, tozlu kitaplığa doğru yürüdüm. Zamanın vahşice saldırısına uğramış kapaklarında saklı binlerce hayatı hissedebiliyordum parmaklarımın uçlarında... Ellerim müziğe uyum sağlamış, kitapların yüzeylerinde dans ediyordu adeta. Kitaplığın yanında durup camdan dışarı baktım... Beyaz elbise giymiş, zifiri karanlık gecenin ortasında yanan sokak lambasının çığlıklarıydı beni donduran. "İmdat!" diyordu... 
Arkamda Joseph, tüm bunlardan habersiz, kırmızı eski kanepede kıvrılmış uyuyordu. Onu rahatsız edebilecek tek şey bendim... Ben ve altımda inleyen tahtalar....
Parmak uçlarımda, bir balerinin zarafetinden çok uzak bir biçimde merdivenlere doğru yürümeye başladım. Joseph'in aşağı sarkan elinde sigarası kendi kendine yanmaya devam ediyordu. Geri dönüp sigarayı yavaşça ince parmaklarından kurtarıp söndürdüm. Odama çıkmadan önce son kez baktım karman çorman salona... Aslında o karanlık odaya gitmek istemiyordum, burda kalmak çok daha iyiydi. Ortadaki sehpada yanan küçük mumu izleyerek uyuyabilirdim... Hem Joseph yanımdayken karanlıkta saklanan kabuslardan korkmama gerek de yoktu. Nasılsa o bir şekilde kovardı onları... Güçsüz bedenine rağmen... O hep kazanırdı. 
Sehpanın karşı tarafındaki kanepeye yavaşça uzandım. Joseph'in göz kapaklarının altında hangi oyun oynanıyordu şimdi? 
Uyanık olsa ve ona baktığımı görseydi ne diyeceğini merak ediyordum. 
"Sende farklı bir şey var..." Çok sıradan. 
"Hayat garip, değil mi?" ...
Ya da belki yalnızca muma üfleyip görünmez olurdu... Ve son olarak çok güzel bir ışık oyunu görüp uykuya dalardım...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Keşke Olsaydım

Hayatım bir resim olsaydı, siyah duvarlarda kaybolan karanlık insanlardan ibaret olurdu.

Ama ben bir resim olsaydım, beni Fransız bir kadın çizmiş olurdu... Şarkı söylemeyi çok seviyor olurdu o kadın. Var olmayan dillerde şiirler yazardı. İnsanlar anlam veremezdi o kadına, onun da anlamlı olmak gibi bir derdi yoktu zaten... Hep sarhoşken çizerdi resimlerini. Yalnızca o şekilde korkusuzca anlatabilirdi kendini...

Adı Addie olurdu o kadının. 32 yaşında boğularak ölürdü, eminim...

Peki resim? O kadar da önemli değil aslında.. Bir insanın bedeni, koca hayatının içinde ne kadar önemliyse o kadar önemli sadece... Resmi sarhoşken çizmemişti Addie, aptallık etmişti. Korkmuştu her şeyi söylemeye. Son sözü "Gidin!" olacaktı... Ama bir kez daha sarhoş olamadan öldü.

Zaten bu yüzden en gerçekçi resmiydi bu. Ölümünü çizmeye çalışmış, yapamamıştı... Dediğim gibi, önemli değil bu. Koca hayatın içinde yalnızca bir toz tanesi... Bu yüzden hiç hatırlanmayacaktı bu resim.

Ben bir resim olsaydım, kimsenin hatırlamayacağı bir resim olurdum.

Ama hayatım bir resim olsaydı, herkes her yerde görürdü onu... Kimse unutamazdı, bu yüzden fazla sıkıcı olurdu.

Yine de hiç önemi yok tüm bunların... Ne Addie'nin ölmüş olmasının, ne de bir resminin hatırlanmamasının. Bir kitabın yüzlerce sayfasından yalnızca biri gibi tüm bunlar...

Diğer sayfalar? "Gidin!"le ıslanıp erimişti onlar. Çünkü Addie'nin tüm hayatı, tüm resimleri, ve tüm ölümleriydi "Gidin!". Yine de Addie söylememişti onu. Söyleseydi o da unutulurdu... Hayatı da kendisiyle o sulardaydı şimdi, unutulmasından iyiydi en azından..

Tabi ki bir resim değilim ben.... Ama keşke olsaydım...

Denizler de kurur ya...

Bir harfle başlamıştı hepsi... Sonrası kendiliğinden geldi. Denizlerin üstü kıpkırmızı yazılarla doldu... Kimse dur diyemeyecekti ona... Kendisi bile bilmiyordu.  

Zar zor yürüyordu Jack. Annesi olacak o kadını görünce öfkesine hakim olamayacağını sandı... Ama bir şekilde yapmalıydı.

"Odandan çıktın demek..."

Jack cevap vermek zorunda değilidi... Hiç olmamıştı zaten.

"Günde kaç adım atıyorsun? 120 falan mı? Yoksa daha az?..."
"Adım atmak için bir nedenim olsaydı adım atardım."

Nedenler hiç var olmazdı zaten... Ya onları yaratırdın, ya da olmayışlarına kızmakla kalırdın. Peri masalları gibi... Bazıları onları yalnızca okurdu, bazılarıysa yenilerini yazar...


Dokunmak... Karşısındakinin tüm acısını hissetmek için yeterdi Jack'e. Bu yüzden sevmezdi insanlara yakın olmayı.

İkinci bir şansı olsaydı... O yazıları göklere yazardı. Geceleri yıldızlarla süslenirlerdi... Kimse dokunamazdı onlara. Hep merak ederlerdi... Ama asla erişemez...


İkinci bir yolu olsaydı seçmek için, bazen mahkum olmanın daha kolay olduğunu anlayabilirdi Jack... Ama başaramadıktan sonra neye yarardı ki anlamak? Hiç... Koca bir hiç. Hayat buydu onun için... Hiç ve hiçe duyulan öfke.

Karşında dikilen düşmanı yenebilirsin... Ama bedeni olmayan bir düşmanı yenemezsin. Bu yüzden rekabeti sever insan... Hep bir umut olsun ister.


Bir harfle başlamıştı hepsi... İsyan, öfke, kan hepsi... Yazılarla anlamıştı Jack gerçekleri.

Ama başaramadıktan sonra neye yarardı ki anlamak..!

Kaçmak için silmesi gerekiyordu şimdi. Hepsini, hepsini silmeliydi... Tüm isyan dinmeli, öfke sönmeli...

Dökülen kan kurumalı...

Jack artık adımını atmalıydı. Bir neden için... İkinci bir yol bulması için... Belki geri dönmek için.

27 Ağustos 2010 Cuma

Jade

Şimdi bir tek senin ayak izlerin olabilirdi karlı uzun yolda... İzleyebilirdim yavaşça silinmelerini.
Şimdi benden daha zayıf bir beden olabilirdi soğuğun altında.
Ama yok... Çünkü pes ettik biz Jade... Daha hiç yürümeden yorulduk. Soğuğu tatmadan donduk.
Gece yanan tek bir mum vardı evde... Onun da sönmesine izin verdik biz. Yardım istemedik, belki isteyemedik... Anlamadık insanların kelimelerini. Boşverdik...
"Ama şimdi ölemeyiz" diyorduk hep, daha elimizde keşkelerden başka şeyler de varken... Bir yerlerde yanan bir sokak lambası varken... Sonsuz orda bir yerlerdeyken... İnanç varken, Jade... İnanç varken ölemezdik...
Ama yok. Çünkü pes ettik biz Jade... Çok erken bıraktık herşeyi.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Küçükken Nasıldı?

Bulanık görüntüler kar tanelerine dönüşmüştü sanki. Beyaz değillerdi pek, ama geceyi buz gibi yapmışlardı göğe dokundukları anda. Basit bir oyun gibiydi. Bana bakıyordun aynadan, birden herşey kırıldı... Simsiyah elbisemde göremiyordum akan kanı, ama hissediyordum, orda bir yerlerde beni terk ediyordu. Son yolculuğuydu belki... Ama nereye gittiğini merak etmiyordum. Oysa küçükken böyle miydi? Düşen yaprakları bile kovalardık uçurtmalarla... Yıldızlara sorardık herşeyi. Coşku vardı, heyecan vardı... Anlamlıydı kavgalar bile. Ben orman perisi olurdum, sen de kötü deniz kızı. Hep sen kazanırdın. Ağlardım... Damlaları biriktirip denize akıtırdım özgür olsunlar diye. Benim görevimdi bu, bir şeyleri özgür kılmak. En azından ben öyle sanırdım. Orman perisiydim nasılsa, kaybolsam da çiçekler yardım ederdi ya... Hep iyi kazanırdı ya... Sonra anladım. Ben suçluyken masumu oynamaya çalışıyordum. Sense oynarken bile sendin... Kurumuş dalları birleştirip tabanca yapar, beni kovalardın... Sonra vurulurdum, düştüğümde kaldırmazdın. Sırdaşım derdim sana. Gülerdin... Anlamazdım büyüdüğünü, benimse daha minicik olduğumu... O zaman söz vermiştim kendime, bir gün benim de o tabancayı alıp seni vuracağıma dair... Düşünememiştim kurumuş dalların gideceğini, yerine soğuk ve acıtan bir şeylerin geleceğini... Mevsimler geçmişti... Aynanın önünde bakakaldın bana. Damlayan kana; nerden damladığına... Elimdeki tabancaya... Basit bir oyun gibiydi hâlâ. Vurmuştum seni, ellerim kan içindeydi, şimdi düşecektin ve seni kaldırmayacaktım... Gidip kurabiyelerini çalacaktım... 
Yavaşça yere oturdun, dizlerinin üstüne. Göz göze geldik o kısacık an... Şimdi damlaları özgür bırakma sırası sendeydi. Gülümseyerek uzaklaştım gündüze doğru...

24 Ağustos 2010 Salı

Çikolata mutlu falan etmiyor...
Çikolata siyah bir tuzak. Seni alıp acılar içinde öldürüyor.
Çikolata bir şarkı... Çellonun üzerine dökünce yere akmıyor... Göğe yükseliyor, güneşi boyuyor.

Me and you baby
Still flush all the pain away
So before I end my day
Remember
My sweet prince
You are the one
...
neden ihtiyacım varken kimse duymaz? neden ihtiyacım varken kimse lanet olası yazılarımı okumaz?  neden ihtiyacım varken yanımda çikolata olmaz? neden ihtiyacım varken gözümde yaş olmaz? neden ihtiyacım varken fotoğraf makinem çalışmaz? neden ihtiyacım varken insanlar siktir git der bana? neden ihtiyacım varken kaçacak yerim olmaz?

Rüzgarı Yönetmek

Neden inanamıyorum ben hiçbir şeye??...
Neden kıvrılıp ağlamak için bile gücüm yok tam ihtiyacım varken?...
Neden gittin William?... Neden bıraktın herşeyi?...

Senden nefret ediyorum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Bilmiyordum ki...

Bir insan, bir yol demekmiş aslında. Sorular sormakmış insan olmak. Bazen de cevap verdiğimiz için yaşarmışız... Saçma sapan bir öykü olmuşuz bazen. Ama ne olursa olsun, bir rüya içinmiş hepsi. Hep yarının düşünün verdiği güçle görmezmişiz yüzümüzdeki çizgileri. Sıcacık bir dokunuşun hayaliyle ufacıktan kocaman olurmuşuz. Sonra pat... Kaybedermişiz oyunu hep. İnsan olmak yenilmekmiş... Kazanmak için debelenince yaşadığımızı hissedermişiz, bu yüzden yenilirmişiz zaten. Ölüm olmadan yaşadığımızı anlayamadığımız içinmiş hepsi. Kafamıza sıkarlarmış yarının düşünü kurarken. Hep bir çıkmaz sokakla karşılaşırmışız o yolda... İnsan olmak, o çıkmaz sokağı görmeye rağmen ilerlemekmiş. Salakmış insanlar, hayat o yüzden bu kadar zevkliymiş. Kimisinin hayali hiç geçek olmazmış, kimisi hiç kendi gizli hayaline sahip olamazmış... Hep duymak istediğini duymakmış insanlık, önceden kuruluyormuş her şey. Herkesin saçında gezinemiyormuş maceranın rüzgarı... İnsan olmak, bazen kıskanmak, bazen de boyun eğmekmiş... Ben bilmiyordum ki bunu...

Büyü

Aynadaki boş yüzüm... Durgun bir su kadar ölü. Gece kadar karanlık. Sabah uyanınca yeni bir hikayeye ihtiyacım olacak... Umurumda değil. Yine de "yalanlar" benim hayatım. Duymak istediğimi söyleyin bana. Yıldızların hep odamda asılı kalacağını... Hep güzel olacağımı söyleyin bana. Tüm ışıklar sönse bile parlayacağımızı...
Kelebeklerin kanatlarına bıraktım kendimi, başka çarem yoktu ki... Üzgünüm, gerçekten. Seni yarı yolda bıraktım...Oysa daha bir şarkımız bile yoktu adı Savaş olan...
Yüzünü yağmura çevir. Çünkü senin yolun orada. Şiir gibi kelimelerin orada... Arkana da bakma, sadece koş. Zaman kısa... Kulaklarını yankılara kapa. Sırlarını da göm tüm çığlıklarınla birlikte... Seni beklerler arkanda.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Adalet

-Neden?
-Neden olmasın ki?
-Çünkü olması için bir neden yok.
-Olmaması için bir neden var mı?
-Bir şey ya olur, ya olmaz... İşte olmamasının nedeni.
-Hiç var olmamış biri yaşamıyordur. Ama bu ölü olduğu anlamına da gelmez...
-Daha fazla duymak istemiyorum... Kes içimde yankılanmayı.
-Uzun, sapsarı saçların nerede Sarah?
-...
-Yoksa hiç olmadılar mı? Hiç var olmamışlarsa, orda olmadıklarını söyleyemeyiz... Olduklarını da söyleyemeyiz... O zaman...
-Kes şunu...
-...Upuzun, sapsarı saçların nerede Sarah?
-Kes sesini! Ben Sarah değilim!!
-Çünkü Sarah öldü... Çünkü onun saçlarını kestin... Onu boğulurken izledin... Belki de...
-Sarah diye biri yok!! Git başımdan!
-...Sarah'yı sen boğdun. Kollarını rüzgarla bağlayıp onu denize attın... Yıldızlarla onu çekip ordan çıkardın... Sonra da kimse bulamasın diye turuncuya sakladın...
-Neden ben?...
-Emeklemeden yürüyemezsin....
-Neydi bu şimdi?
-Neden diye soramazsın... En ilkel sorudan başlamalısın... Ne.
-Ben... Neyim?
-Kaçığın tekisin. Çirkinsin. Katilsin... Sıradaki soru; nasıl.
-Bu bir oyun değil.
-Tam aksine, benim hep kazandığım bir oyun bu... O sihirli soruyu önce sen söyle, cevabı kazan. Adil değil, hayat gibi.
-...
-Sorunu sor. 
-Ben... Bilmiyorum... Nasıl bir kaçığım? Ya da nasıl bir çirkin, nasıl bir katil?
-Fazla zeki bir kaçık, kusursuz bir çirkin, masum bir katil...
-Kazandım mı?
-Son soru... En karmaşık soru... Neden? Soruyu bul, cevabı kazan...
-Bu saçma.
-Senin o minik hayatın da saçma. Bul şu lanet soruyu, eve erken gitmek istiyorum...
-Neden masum bir katilim?
-Çünkü sen hiçbir...
-Hayır bekle.
-...
-Neden olmayayım ki?..
-Hiçbir neden yok.
-Kazandım mı?
-Kazandın, ödülünü de verdim. Şimdi git ve yatağına yat, herşeyi unutmaya çalışıp uykuya dal, seni aldatan erkek arkadaşını düşün... Onun seni sevdiğine inan.
-Hangi ödül? Ne ödülü? Bana ödül vermedin!
-...
-Hey?...

Gökkuşağının Altında

Güneş doğarken gözlerini açtın yine... Yine dağılmış çarşafa baktın anlamsızca. Koyu yeşil, ağır perdeler ışıkla savaşıyordu adeta, içeriyi o parlak gökyüzüne rağmen uyumak için yeterince karanlık yapıyorlardı. Kalkmaya mecalin kalmamıştı dünkü tüm o yorucu işlerden sonra... İki dakika fazladan uyuyabilirdin. Nasılsa kimse fark etmezdi gidip çay almadığını, eski sehpaya yeni bir boş bardak eklenmediğini... Hayalindeki köpeği almadığına şükrettin bir an için, yoksa şimdi kalkıp onu gezdirmen gerekecekti. Hayalindeki o minik kulübeyi almadığına şükrettin, içeri sızan kuş sesleri uyumanı engelleyecekti... Hep hayalini kurduğun, sana gerçek olanı gösteren o aynayı almadığına şükrettin... Yoksa... Aldın mı onu?.. Baş ucunda, solgun yüzünü gösteren boş çay bardaklarından biri miydi o ayna? Hayatın kirlettiği yüzünü görmek istemiyordun belki... Bilmiyorum. Başını çevirdin. Kalın yorganı boynuna kadar çekip gözlerini yumdun yine tüm gerçeklere... Hepsini simsiyah bulutların arasına sakladın, bulamayacağın bir yere... Daha da derine ittin kendini sonsuz yatakta, her şeyden uzaklaştın. Bakakaldım... O köpek, o kulübe, o ince yorgan... Hepsi hayalindeki uzun saçlı kızın olmuştu...
Peki ya sen?.. Sen o uzun saçlı kız olabilmiş miydin?..
Sıcacık bir yıldız yağmurunun altında, dolunaya bakarken... Ürperdim ben. Geleceği düşünmeyi bırakıp bir yudum daha aldım çayımdan...

13 Ağustos 2010 Cuma

Mavi Kanatlar

İnsanın son sığınağıdır mavi.
Çünkü hiç bilemezsin içinde gizlenenleri... Cehennemin ta kendisidir bazen. Şeytanın bir oyunudur. Sana hiç bilmediğin yeni yollar sunar, sonra birden kararıp seni kendi merakınla boğar...
İsyandır mavi, karlı bir günde herkese inat soğuk denize atılan o ilk adımdır.
Arkandaki herkes seni küçümserken umursamadan üşüdüğünü belli edebilmektir... Arkanı dönüp paltolarıyla sana bakan insanlara gülmektir. Çünkü aslında farkında olmaktır mavi; yaşamaktır, sanattır. Herkes bir şeyleri ezberlerken sorgulamaktır dünyayı.
Hayatın anlamsızlığını kavrayabilirsen görürsün mavinin gerçek yüzünü... O, bir yol ayrımına gelince verdiğin en çılgınca karardır. Herkes gibi yaşamdan sıkılıp onu çöpe atmak yerine yaşamak için bir neden aramayı seçmektir.
Sonsuz göklerdir mavi. İnsanlar bulut gibi rüzgarla sürüklenip gerçeklerden kaçmak istiyorken, kuş olup rüzgara karşı uçmak, kendi gerçeklerini aramaktır.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Papatyadan Taç

Rüzgar saçlarımı bir o yana bir bu yana savururken titredim. Soğuktan değil, korktuğumdandı bu ürperti. Tüm hayatım dalga geçiyordu sanki benimle. Yalnızca bir taçtı istediğim. Papatyalardan yapılmış, basit bir taç... Ve hayat bana verdi onu. Yatağımın üstünde duruyordu soluk renkli papatyalar, yapayalnız, bomboş odada... Bomboş yatakta. Doğum günümden bir gün önce... Benimle dalga geçti her bir beyaz yaprak. Umutsuzluğumla dalga geçtiler. Çünkü hayallerimdeki ışıldayan gözlerden eser yoktu o siyah duvarlarda, minik hayatımda... Kimse onu saçlarımda görmedikten sonra tacın ne önemi vardı ki?... Hayat resmen dalga geçti benimle... Tüm arzularımı kullandı. Ben buraya ait değilken, bu hayat nasıl bana ait olabilirdi ki zaten? Başından beri gitmem gerekirdi benim... Kaçmam gerekirdi bisikletime atlayıp. Sarı saçlarımı aramam gerekirdi... Kovalamam gerekirdi hayallerimi, bense uçup gitmelerine izin verdim.  Geriye kalansa saçma bir şaka... Saçma bir papatya. Üflediğim o tek mum, dilediğim o tek dilek... Tam da hayalimdeki gibi bir elbiseyle. Mavi, üstünde rengarenk çiçekler... O gözlerin buğusu olmayınca ne anlamı var ki?... Hiçbir zaman o dileğin gerçek olacağına inanmadıktan sonra ne önemi var tüm o hediyelerin?... Saçımda gezen rüzgarı, korkumu anlatacak kimse yokken...
Niye mutluyum ben?
Niye bir tacım var benim?

İstemek

Gözlerini kapatmaktır yasak; karanlıkta huzur bulduğun için bu kadar tatlıdır.
Ama gözlerini kapatabilmek değildir özgürlük... Gözlerini yummuşken istediğin zaman tekrar açabileceğini bilmektir.
Mutluluksa, özgür olup gözlerini açınca tüm lambaların hâlâ yandığını görmektir.
Nefret karartır tüm lambaları. Yasakları çiğnerken aniden bastıran koyu sistir o. Gözlerini açınca bile göremezsin bir şey. Özgürlüğün yok olur birden...
Merhamet rüzgar gibi eser, alır götürür gözünün önündeki sisi.
"Yanlışlar" vardır hayatta. Rüzgarı yönetirsin bir şekilde, yorgun kelebeğe örümcek ağından kaçmak için bir fırsat verirsin.
Bir şeyler istersin hep. Nerden geldiği belirsizdir bu istekler... Ve şekilsizdir. Bazen yanlışı yaptırır sana, bazen de özgür kılar seni.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Camdan Saçlar

Buz gibi aynaya çarpan camdan saçlarının sesinde huzur bulmaya çalıştı Nora. İçine girip tüm arzularında yankılanarak büyüyen o tik taklardan kaçabilmekti tek istediği. Gözlerini yumup o şarkıyı yeniden canlandırdı kulaklarında. Melodiyi unutmaya başlamıştı bile... Ve onu yine dinleyemezse bir sabah şarkıyla ilgili hiçbir şey hatırlamıyor olacaktı. Güneş sessiz doğacaktı yine, hiç umut olmayacaktı. 

Hızla arkasını dönüp aynadaki yansımasıyla yüz yüze geldi. Kimdi o? Nora kimdi gerçekte?  Ruhunun en kuytu köşelerinde, karanlığa gizlenen bir yabancı mı?

Sertçe omuzlarına düşen camdan saçlarının uçları tuzla buz oldu. Gözlerinde birikti yaşlar, akması için saatin bir kez daha "tık"lamasını beklerken yeni yaşların gelişini hissetti içinde. Başını göğe çevirdi. İçinde bulunduğu saatin sınırları vardı yalnızca... Ne bulutlar, ne yıldızlar... Hiçbiri yoktu onun dünyasında. Yalnızca saatin aynadan soğuk yüzeyi, kocaman sayıları ve görünmez duvarlardan labirentler... Neden o duvarları yıkamıyordu, neden bu aynaları kıramıyordu? Neden bir tek o hapsolmuştu bu kocaman saatin içine?.. Neden o şarkıyı unutuyordu her tik takta, o şarkı ondan niye kaçmasını istiyordu?

İçini  pırıl pırıl, ışıldayan bir cesaretle doldurdu yeni bir hayal. Yeni bir umut doğmuştu bu yeni saniyeyle... Yeni renkler belirmişti göz kapaklarının altında. Saçlarının teker teker kırılışını duymazdan gelip koştu ilk gördüğü yere doğru... Koştu, koştu, koştu... Görünmez duvarlar, görünmez acılardı onun için. Durmadı, yine de koştu... Hiçbirine aldırmadan... Saçları da gücüyle birlikte paramparça oldu içindeki fırtınada. Yine de kelebekleri görmenin umuduyla şarkıyı mırıldandı durdu. Yine gri karmaşanın içini ısıtmasını düşünerek uyudu her gece... Kendi kendisiyle kavga etti... Kendi kendiyle savaştı her sabah. Gitmemek için direndi siyah ağır botları. O da tüm siyahları geride bırakıp rengarenk bir sayfa açtı kendine.

Boyası akmış rakamları da geçti son gücüyle. Asırlar gibi gelen kaçış... Ve sonunda yalnızca bir ayna. Sonunda yalnızca Nora. Hiçlik... Hayal kırıklığı.
Çığlıklarını bastıracak tek şey, zamanın ağırlığıydı. Ve bastırdı da...Orda bir yerlerde, saatin dışındaki koyu zamanın uğultusu bedenini doldurdu. Çok yakındı... Dokunabileceği kadar hem de. 
Ama öfke ondan da yakındı, tam içindeydi. Sinirle haykırdı karşısındaki kıza, Nora'ya... "Nerde!? Lanet olası şarkı, lanet olası çıkış nerde!?!" 
Sesi bir tokat gibi ona geri çarptı. Acıyla inleyip aynaya dayanarak yere oturdu.Siyah defteri açıp baktı; sadece tek bir sayfa kalmıştı kaderini yazmak için. Bu kadar kolay bitmeyecekti. Pes etmeyecekti. Sessiz hıçkırıklarıyla, öfkesiyle, umuduyla, herşeyiyle vurdu o aynaya. Titreşim saatin tüm yüzeyini sallarken bekledi... Sonra bir anlık sessizlik. Karşısındaki Nora büyük bir gürültüyle binlerce parçaya bölünüp havada uçuştu. Parçalar üstlerine binen zamanın ağırlıya aşağı çökerken Nora'nın kulaklarını binlerce kristal doldurdu. O şarkı... Adımını zamansızlığın dışına attı hafif bir heyecanla. Havadaki tüm kristalleri takip ederek altın rengi dört duvarla çevrili odaya ulaştı. Şarkı ordaydı... Parlak piyanonun hemen yanında, Nora'nın gözleriyle göz göze gelen gözlerin içinde... Ilık bir rüzgar odayı dolduran sıcacık tebessümlere eşlik etti. Yıldızlar da ordaydı bulutlarla birlikte... Yeni umutları selamladı sallanan ağaç dalları. Turuncu yapraklar Nora'nın yeni simsiyah saçlarının dansına uyum sağlamaya çalışırken bir gece daha bitti. Güneş şarkısını söylemeye başlayınca açan çiçekler veda etti kocaman saate... 

Bedenim Kıskanır

Birden geldi o büyük bulut, birden aldı seni ellerimin arasından... O zayıf bedenini, dünyaya soluk bir dumanın arkasından bakan gözlerini, ipek saçlarını...  Koruyamadım. Hiç hak etmemiştim de belki. Kesik soluklarını aradım yerlerde, kar taneleri izlerini çoktan silmişti oysa... Kokunu aradım mavi elbisemde, tüm çiçekleri kıskandıran kokunu... Boşunaydı hepsi. Gerçekten gitmiştin. Arkanda yalnızca kusursuz bir melodi bırakarak... Terk etmiştin bembeyaz odanı. Ne bir veda, ne bir mektup... Bomboş ormanda kaldı ruhum, senin resim çizdiğin yerde. Sapsarı yaprakların çizdiğin dünyalarda kayboluşlarını izledim. Ben de denedim kaybolmayı senin belirsiz harflerinde, ama orda bana yer yoktu. Gidip beyaz kumlara attım kendimi, hiç yakışmadığım yere... Kolumdan tutup çekmedin beni, ben de ilerlemeye devam ettim. Kumlar içimde akarken hissettim saniyeleri. Çok geç kalmıştım ben, kendi siyah bulutumu kaçırmıştım... Ruhum benden uzaklarda yeni güne uyanıyordu. Sana dokunuşunu kıskandım, özgürlüğünü kıskandım. Kendi sonumu kendim yazmıştım...

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Kağıt Gemiler

Hayallerimi götürdü kağıt gemiler gün batımına doğru. Yalnızca mum yakıp izledim onları... Huzur ve sabırla. Rüzgara açtım kollarımı, hiç gelmeyeceklerin yerine. Tüm o düşman sular rahat bir yatağa dönmüştü sanki. Parlak yorganın altında bir yerlerde kaybolmuştu kaderlerini yazdığım tüm ruhlar. Şimdi sıra bendeydi...  Güneşin yorgun ışıklarını yansıtan bu sonsuzluğun arasında kaybolacağımı bile bile adım attım ben. İleriye doğru, çırılçıplak bir cesaretle yanıp tutuşan bir adım. Benim minik beyaz gemim de çıkmıştı yola. Suyun gölgelerinin arasına saklanıp izledim onu. Takip etmeye çalıştım, izin vermedi dalgalar. Bedenimin tüm kapılarını açtım ben de, sonsuz denizi içime aldım. Her damlasını yaşadım tek bir saniyede... Kağıt gemim ordaydı, tam fırtınanın ortasında. Hayallerimi taşıyan gemilerin çok arkasındaydı. Sonra anladım, tüm gemilerin gittiği yerler farklıydı. Hayallerimi tutmaya gücüm yetmedi, bıraktım. Şimdi bir tek ben ve kağıt gemim kalmıştı koca denizde... Gözlerimi açıp baktım yukarıya, üstümdeki tatlı suların da üstüne... Bulutlara baktım, orda yoktu aradıklarım. Gökyüzünün maviliğinde aradım gerçek beni. Yoktu... Aşağıdaysa yalnızca pamuk gibi kumlar... Herşeyin başına dönmüştüm işte. Kağıt gemilerin gidişini izledim yine. Arkalarından el salladım onları göremeyinceye kadar. İçlerinde vedalarımın yankılarından başka bir şey kalmadı en sonunda. Ben de arkamı dönüp gittim... Bir an bile düşünmeden.

Zemin

Hiçliğe düşmenin en iyi tarafı da, en kötü tarafı da sonunda seni bekleyen bir zemin olmamasıdır. Düştüğünde canın yanmaz, ama düşüşünü durduracak hiçbir şey olmaz.

Papatya

Kimse duyamaz senin çığlıklarını...
Bir kız vardır orda, eski binalarla konuşur. Sabahın ilk ışıkları uyandırır gözlerinin parıltısını. O, görmemesi gerekenleri görür, duymaması gerekenleri duyar.
Yine de... Kimse duyamaz senin çığlıklarını. O kız bile.
Bembeyaz bir kedi vardır eski binanın yanında. Siyah çizmelerin müziğine dalar, uyur gider... Uykusunda bile hisseder o müzikte saklı duyguları. 
O kedi bile duyamaz senin çığlıklarını.
Bir kadın yürür boş sokakta. Saçından akar şarap; siyah çizmelerini ıslatır. Dünya o çizmelerin altında ağlar istese... Çok basittir her şey. Kulaklarını tıkar, kendi içinde kaybolup gider tüm dertleri geride bırakarak... Yolun sonuna ışık tutar, görür orda yatan minik kızı. Duyar tüm yakarışlarını.
Ama duyamaz senin çığlıklarını...
Yine biri uyanır buz gibi rüyalardan. Yatağında doğrulur, minicik ellerine bakar. Minicik, bomboş ellerine... Duyamaz ona seslenenleri, onu davet edenleri yeni güne... O yalnızca artık olmayan yıldızları dinler. Onların sessizliğinde kaybolur gider... Sessizlik fısıldar ona çığlıklarını. Yine de duyamaz o seni; duymaz. Dayanamaz her sabah yıldızlarla eriyip gitmene. Kendini daha derine iter fark etmeden. Ne yapar ne eder duymaz işte, hem de duymayı bu kadar istediği halde.
Tüm o saklı hayallerin arasında... kimse duyamaz senin çığlıklarını.

6 Ağustos 2010 Cuma

Siyah beyaz yollar...

Kör yol arkadaşım diğer tüm insanları taklit edercesine o yağmurlu gecede en parlak lambanın altına oturuyor. Yanına gidiyorum. Onu izlemek güzel, bana kendimi huzurlu hissettiriyor.
Hiç düşünmeden aklımdakileri dudaklarımda kaydırıyorum."Karanlık mı?" 
Birden bana dönüyor."Ne?" 
Bir süre öylece duruyoruz. Belki de sormakla hata ettim.
"Dedim ki... Dünyayı nasıl görüyorsun? Karanlık mı?"
Soruma şaşırmış görünüyor. 
"Bunu nereden bilebilirim ki?" 
"Ben ne gördüğümü biliyorsam... Sen de biliyorsundur." 
"Hayır bilmiyorum. Zaten bu yüzden körüm."
"Kafam karıştı... Ne demeye çalışıyorsun?"
"Demeye çalıştığım.... Belki de ikimiz de karanlığı görüyoruz. Ama ben gördüğüm şeyin karanlık olduğunu bilmiyorum, çünkü hiç ışığı görmedim." Bir süre durup anlayıp anlamadığımı düşünüyor. Anlamadığımın farkında. "Işığı görmeden karanlığı ayırt edemezsin."
Mantıklı... "Tıpkı uyumadan uyanamayacağımız gibi." diye mırıldanıyorum.

...

Şiirler her zamanki gibi en karanlık harflerle yazılmış. Anlamıyorum.
"Neden? Neden herkes minik sinekler gibi ışığın altına üşüşürken kimse bizim kendilerine acıyarak bakmamızı anlamıyor?"

"Çünkü biz de anlamıyoruz." diye araya giriyorum düşüncesizce. Herkesin başı bana dönüyor. Söyleyecek yeterince süslü hiçbir şeyim yok... Harika.

"Anlamıyor muyuz? Doğru mu duydum?" diyor siyah saçlı adamlardan birisi -burdaki herkes siyah saçlı. Korkmalı mıyım bilmiyorum. "Onlar evlerinde mutluluk ve başarı hayalleri kuruyor, karanlığı yok sayıyorken anlamayan kim sence?"

Bu soruya vereceğim cevabın tüm bu siyah saçlıların hoşuna gitmeyeceğinin farkındayım ama sözcükler ağzımdan dökülmeye başladı bile... "Ne yani? Siz karanlığın ne olduğunu bile bilmeden gözlerinizi tüm ışıklara yummuşken herşeyi anladığınızı mı düşünüyorsunuz?"


Dar alanda yankılanan minik fısıltılara bakılırsa işler kötüye gidiyor. 
"Işığa gözlerimizi yummuşsak, gördüğümüz şey karanlığın ta kendisidir." diye yanıtlıyor başka bir adam. Ayağa kalkıyorum. Şimdi gerçekten söyleyecek bir şeylerim var. 


"Işığı görmeden karanlığı ayırt edemezsiniz."
"Işığı görmemek mi!? Bize ışığı göstermediklerini mi sanıyorsun?"
"Gösterdiler, biliyorum. O koyunlar hepinizin gözüne en parlak ışıklarını tuttu. Oysa hiçbirinizin farkında olmadığınız belli..." Bir süre çevremde bana bakan herkese teker teker bakıyorum. Odadaki merak, heyecan ve öfkenin hissedilmemesi imkansız. Bir an tüm bu duyguların beni ele geçireceğini hissediyorum ama öyle bir şey olmayacak. Ben farklıyım. "Uzun süre güneşe bakarsanız kör olursunuz." Derin bir nefes alıp soruyorum. "Peki... Işığı gördüğünüze hâlâ emin misiniz?"
Fısıltılar yine yükseliyor. Cevabın gelmeyeceğini biliyorum. Onları kendileriyle yalnız bırakarak dışarı çıkıyorum. Şimdi herkes ait olduğu yerde. Ama yine de... Ağlamak istiyorum. Nedenini bilmiyorum. Yağmur damlaları göz yaşlarımı besliyor. 
Ait olduğum yerde, ait olduğum şekildeyim... Islak ve yalnız. Sonsuza uzanan bir yolda...