10 Eylül 2010 Cuma

Stockholm

"Uçacağız" diye söz vermişti yabancı. Daha ben her kuşun düşmeye mahkum olduğunu bile bilmiyordum... 
Acı, karanlığı yarıp daracık odanın duvarlarında gezinirken daha ilk göz yaşım soğuk zeminde kurumamıştı. Bunların hiçbiri adil değildi. Böyle olmaması gerekiyordu... Ben olmamalıydım.
"Hayatta yalnızca iki şey gerçekten vardır." demişti ve ne olduklarını söylemeden beni terk etmişti. Ona göre gerçekten var olan her şey bir gün gerçekten yok olurdu. 
Tüm yaşadıklarımı, geçirdiğim her saniyeyi ikiye ayırabilirdim; olması gerekenler, ve olanlar. Kurallar ve yapılanlar... Hayatım gerçekten bunlardan ibaretti. Ölürken gözümün önünden geçecek film şeridini görmek istemiyordum.  Her şeyin çabuk ve acısız olmasını istiyordum...
Onu gördüğüm son andı. Her yer bembeyazdı ve simsiyah giyinmiştik. Arkamızda ayak izlerimiz zamana meydan okuyordu. Ayrılık acıtıyordu. Ben daha da fazla acı istiyordum. Alışkanlıktı bu, hiç tanıyamayacağım bir yabancıdan edindiğim bir alışkanlık... Hep düşerdi o, düştüğünde çok canı  acırdı. "Düştüğünde canın ne kadar acıyorsa, o kadar yüksekte uçuyorsun demektir..." Son sözleriydi o yabancının en sevdiğim şeyi.
Bazen, daha fazla canınızın acıyamayacağını hissediyorsunuz... Ve bir anda her şey anlamını yitiriyor. Hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Sanki kanatlarınız var, ama uçacak yer yok gibi...
O zaman anlamıştım neden sürekli daha çok mutlu olmak istediğimi... 
Mutluluk bir hiçti, koca bir hiç. Kimseye yetmeyecekti. Gerçek değildi o....
Ölüm acıtıyordu, çünkü hayat çok güzeldi.
"Hayatın için... Bir söz ver bana."
Bana çok eskiden kalma tozlu bir soru sordu. Onun başlangıcıydı bu soru, acının mükemmelliğini anlamasını sağlayan şeydi. Onu buralara o getirmişti. Ve beni de bambaşka bir yere götürecekti. 
"Ben... Uçacağım..."

Hiç yorum yok: