29 Temmuz 2010 Perşembe

Kedicik

Güneş doğmak üzere, ilk ışıkları havadaki minik bulutların üzerine yansıyor. Önümdeki çiçekli fincandan gelen çay kokusu beni yeni güne davet ediyor adeta. Çaydan bir yudum alıp büyüleyici manzarayı izlemeye devam ediyorum; sonsuza kadar uzanıyor gibi görünen çimenler, rengarenk çiçeklerle süslenmiş tepeler, tepelerin üzerindeki bir-iki minik kulübe ve çok ama çok uzaklarda akan bir dere. Güneşin iyice yükselmesini beklerken rüyalara dalmış birkaç zihin ve davetsiz bir misafir dışında yalnızım. Misafirim, minik, topal kedi. Yanımdaki eski püskü tahta sandalyenin üzerine oturmuş, tırnaklarını çiçekli mindere geçirip oyun oynuyor. Gökten gelen azıcık ışığın altında altın gibi parlayan sarı tüyleri karman çorman olmuş. Sokakta oynamaktan üstü başı çamur olmuş, saçları karışmış yaramaz bir çocuğa benziyor. Ağzı ise yukarı doğru kıvrık; hep gülümsüyormuş gibi. 
Birden iri, yemyeşil gözlerini bana doğrultuyor. O anda o minicik kalbinin atışlarını içimde hissediyorum sanki. Çoğu insanınkinden daha minik, ama çok daha sıcak bir yürek... Kendimi kediye gülümserken buluyorum. Gözlerinde yanlış bir şey var. Yukarı kıvrık, gülümseyen ağzına yakışmayan bir şey... Gözlerinde umutsuzlukla sarmalanmış bir merak var. Işıl ışıl, kocaman bir duyguyla boğuşuyor topal kedi. "Konuşsan da derdini anlatsan..." diye mırıldanıyorum kendi kendime. Oysa konuşmasına gerek yok, gözleri bana açık açık soruyor; "Eğer öleceksek... Bir gün bitecekse her şey, hepsini unutacaksak... Neden çabalıyoruz?" 
Donup kalıyorum. Daha önce aklımın ucundan bile geçmeyen, ama hep cevabını aradığım soru bu. 
Tamamen sağlıklı düşündüğümü hissettiğimde yine bakıyorum kediye, ama hayır. Bu aklımın bir oyunu değil. O kedi gerçekten soruyor bunu. Çok açık bir şekilde.
Neden gerçekten? Önümdeki manzaraya bakıyorum. Neden bu manzarayı önemsiyorum ki? Nasılsa unutulacak...
Kafamı çevirip eski tahta sandalyeye bakıyorum, kedi yok. Meraklı bakışlarıyla başkalarını gözetlemeye gitmiş. 
Kedi yok... Hiçlik...
Çayımdan aldığım ikinci yudum her şeyi kulağıma fısıldıyor. Bu manzara önemli, bu çayın tadı önemli... Çünkü bir gün içine düşeceğimiz hiçlik, şimdi sahip olduklarımızı yok saymaya değmiyor. Terazinin bir ucundaki boş, eski tahta sandalye, sıcacık bir gülümseme ve sepetler dolusu rengarenk çiçekten daha hafif geliyor.
Ah kedicik... İşte bu yüzden bu kadar çabalıyoruz.

Hiç yorum yok: